Evvelâ bunların en kötüsünden işe başlayarak Allah'ı inkâr edenler üzerinde duracağız. Allah'ı inkâr edenler Allahsızlardır. Veya daha doğrusu kendilerini Allahsız zannedenler, Allah'a inanmadıklarını sananlar ve maalesef zorla uyuşturmak istedikleri ve uyuşturabildiklerine sahip oldukları vicdanlarının hilâfına böyle olmasını isteyenlerdir . Bu hareket, hakikat yolunda olan kimseler nazarında pek acıklı bir manzara teşkil eder. Böyle insanlar ruhen parçalanmış kimselerdir. Yani iki zıt tesirin altında ruhları zebun olmuş ve zebun olmaya mahkûm kalmış kişilerdir.
Bunlar, dünya hayatının gözlerine soktuğu maddelerle körleşerek ve avunarak ruhlarının bu parçalanışlarından mütevellit sıkıntıyı dünyada iken hissetmeyebilirler . Veya daha doğrusu bu hislerini boğabilirler. Fakat ruhlarının dünya maddelerinden ayrılmaya yüz tuttuğu her anda bu ruh parçalanışı, hakiki bir parçalanma halinin bütün acı intihalarını onlara en şiddetli ve hiçbir şeyle teskini mümkün olmayacak şekilde duyurur. Bu an: ağır hastalık anları, büyük hayat tehlikeleri anları ve bilhassa bir daha geri dönmemek üzere ölümün çehresini gösterdiği can çekişme anlarıdır. İşte hele bu sonuncu halde, ruhun ikiye bölünmüş olmasının husule getirdiği hüsranların ve ıstırapların acı duyguları, vicdandan yükselen keskin ve tevbihkâr feryatlarla birlikte ruha sokulur ve onu yırtarcasına incitir. İşte bu bedbahtlar ruh parçalanışının ne demek olduğunu o zaman anlamış bulunurlar. Fakat yazık ki o anda onların artık kendilerince yapılacak işleri kalmamıştır. Ve böyle kötü bir akıbete düşmemeleri için onlar, kendi cehit ve iradelerine bırakılmış olan koca bir dünya hayatı imkân ve fırsatlarını kaçırmış bulunmaktadırlar. Gerçi bu parçalanışın ve düzensizliğin tamirine, çok uzun sürecek zahmetlerden ve yeniden başlayacak üzüntülü ve ıstıraplı çalışma ve didinmelerle dolu hayatlardan sonra tekrar imkân hâsıl olabilecektir. Fakat onların karşısına çıkan koca bir meçhulat âleminin içinde bu tamir devresinin ne vakit başlayacağı, onlar için o anda düşünülebilmesi ve duyulması kabil mevzulardan değildir. Bu sapıklık, yani Allah'ı inkâr etmek felâketi, Allah'ı araştırma yolunun bilhassa henüz sübjektif safhasına girmeye vakit kalmadan objektif safhalarında iken insanın başına gelip çatan belâlardandır.
Bütün varlıklarının hakiki kıymetini yalnız fiziko-şimik maddelerde ve onların teşekkülâtında arayan bir zihniyetin görüş sahası; daima değişmek, bozulmak, dağılıp gözden kaybolmak şiarında bulunan bu organik teşekkülün ancak devamı boyunca temadi eder ve bu devamın maverasında durmaya mahkûm kalır. Meselâ: Şu kalemi idare eden elimin varlığına inanıyorsam bu, onu gözümle gördüğüm, onun kalemle temasını duyduğum ve nihayet derin bir takım hislerle elimin hareketlerini takip edebildiğim içindir. Gözüme ve diğer his organlarıma, kolum hakkındaki bu intibaları kaybettirecek bir hâdise zuhur ettiği anda artık ben bu kolun mevcudiyetinden haberdar olamam.
Tıpkı bunun gibi bütün bedenim hakkında da vaziyet böyledir. Eğer ben kendi varlığıma ancak maddi organizmamın teşekkülâtı yoluyla inanmak durum ve seviyesinde bulunuyorsam benim için varlığım, bu organizma hakkındaki duygularımı ve intihalarımı ayakta tutan teşekkülâtımın , yani bedenimin, vücudumun mevcudiyetiyle kaimdir. Ve ben bunu o kadar kati bir realite olarak kabul eder ve benimserim ki kendi varlığıma ait aklıma gelebilecek bütün mevzuatı, hasselerime çarparak bütün müşahedatı ancak bu zaviyeden gören ve bu zaviyeye ircaa çalışan bir otomat haline girerim. Bu takdirde bedenimin mevcut olmadığı yerde ben de kendimce yok sayılmışımdır. İşte bu görüş, dünya hayatını gaye ittihaz eden insanlara, bu hayat şartlarının kazandırmış olduğu maddi bir itiyattır. Bu itiyatla kâinattaki bütün kıymetleri ancak üç buutlu realiteye bağlı kesif maddelerde aramak gafletine düşen bazı dar görüş sahipleri, hiçbir kıymetle münasebeti ve kıyası bahis mevzuu olmayan Allah'ı elbette hiçbir yerde bulamayacak ve inkâr etmeye kalkışacaklardır. Bu adamların ruhları henüz kifayet derecesinde bir duygu seviyesine yükselememiştir . Maalesef bunlar, duygularının böyle müteal mevzulara tealluk edebilmesi için lüzumlu ve zaruri olan inkişaflarını beklemeden acele etmişler ve ilelebet yükselmesi icap eden tekâmül merdiveninin daha sekiz on basamağını bile aşamadan bittiğine ve son bulduğuna inanmışlar ve bu basamakların yüksek ve asıl verimli kısımlarına ulaşmadan o, bir arpa boyu olan sekiz on basamaklık yükselişlerinden sonra: (bir şey göremedik. Ve artık gördüklerimizden başka bir şey de kalmadı) kanaati üzerinde saplanıp kalmışlardır.
Demek ki bu sapıklık insanın, bütün hakikatleri ve bilhassa hakikatlerin Hakikati olan Allah 'ı, kâinat varlığı içindeki takdir kabiliyeti sıfır olan gayrı müsait maddi duygu organları ile araştırmak zorundan kendisini kurtaramadığı zaman kapısına gelir, dayanır ve onu zorlar. Eğer o kapıyı biraz gevşek ve açık bulursa içeriye bir canavar gibi dalar ve kapıyı da arkasından kapayarak içeride sımsıkı hapsettiği o ruhu istediği hale benzetir.
Küçük çocukların herkesçe malûm bir ruh hali vardır: Onlar, daima gördükleri, tuttukları, işittikleri şeyleri maddi duygular ile anlamaya çalışırlar ve bir şeyin varlığına da ancak bu yoldan kani olurlar. Zira onlar henüz hakiki ruh kudretlerini idrak edecek kadar, dünyada bir şuur seviyesine varmış değillerdir. Çocuklar, beş duyu sistemine o kadar bağlıdırlar ki ruhun insanlık âleminde en esaslı melekelerinden birisi olan ve öz varlığın derin duygularından kökünü alan tahayyül kudretlerde ruhlarında canlandırmak istedikleri şeyleri bile muhakkak kendilerince malûm en maddi mefhumlara uydurmaya ve benzetmeye çalışırlar ve bunun dışında hiçbir şeyi anlayamazlar . Meselâ, hayali bir umacı mefhumu çocuğun nazarında: dişleri meydanda, çocukları kapan ve yiyen korkunç bir hayvandır, insandır vs. İşte bunun içindir ki çocuklar, meselâ sevgilerinin veya sevildiklerinin muhakkak surette maddi tezahürlerini göstermek veya isterler. Onlarda, duyguları inkişaf etmiş insanlardaki gibi sevginin ruhtaki derin bazları ile yetinerek tatmin olunma hali henüz teessüs etmemiştir. Velhasıl çocuğun anlayabileceği , inanacağı ve kabulleneceği her kıymet objektiftir ve beşeridir. Yani küçük bir çocuk için ancak üç buutlu realite dahilinde kalan maddi ve hassi mefhumlardır ki hakiki varlık kıymetini iktisap edebilirler . Ona Allah'ı bile anlatırken ancak göz yüzünde oturmuş, parlak yüzlü, çok büyük ve iyi ve belki de sakallı bir Allah babadan bahsederler. Zira çocuğun bundan başka türlü anlamasına, kabul etmesine ve inanmasına imkân yoktur.
İşte bazı insanların çocukluktan kalma bu itiyatları ilerlemiş yaşlarına kadar sürer gider. Ve bu hal onların da bütün sübjektif veya müteal hakikatler karşısında ruhen tıpkı bir çocuk kadar maddi ve hassi durumda kalmalarını intaç eder.
Böyle insanlar her hakikati, muhakkak beş duyu organı ile kıymetlendirmiş oldukları eşya ve hâdisata göre değerlendirmek ihtiyacını duyarlar ve bu ölçüye girmeyen her şeyi red ve inkâr ederler. Yalnız, bunların, kendilerini bir bakıma göre çocuklardan daha verimsiz hale sokan kötü bir tarafları da, ileriye fırlayıp daha üstün şeyleri görebilmelerine yarayan tahayyül melekelerini - bozuk düzen dahi olsa - çocuklar kadar da işletmek faaliyetinden, birtakım maddi hesaplarla alıkoya koya hemen hemen kaybedecek bir duruma girmiş olmalarıdır.
İşte böyle insanlar, maddi realitelerin yüksek merhalelerini ve onlardan daha yüksek merhaleleri tanıyabilmelerine yarayan tahayyül melekelerini ve bu miyanda da ruhlarında meknuz derin duygu idraklerini çocukluk devrinden kalma bir ruh hali içinde inkişaftan alıkoyarlar. Ve bu inkişafsızlık onları öyle bir hale sokar ki üç buutlu madde dışı hiçbir mefhum onlarca artık reel bir kıymet olamaz. Yani ruhları böyle rüşeymi halde kalmış kimselerin reel olarak kabul ettikleri her kıymet, ya doğrudan doğruya bu maddelerdir veya ancak bu maddelerin tezahürlerine bağlı hâdiselerdir.
Gerçi dünyamızda mevcut eşya ve hâdisatın hepsi maddidir. Fakat bu maddeler arasında tezahür eden ve parlayan ruhumuza ait hâdiselerin ve kıymetlerin hiçbiri maddelerin malı değildir. Binaenaleyh dünyamızdaki ruh dışı kıymetleri haklı olarak dünya malı sayanlar, ruhi kıymetleri de aynı muameleye tabi tutunca şaşırıp kalacaklardır. Ve madde üstü bir varlık olan ruhu inkâr edince de bu kıymetlerin hakiki sahiplerini bulamayacaklar , o zaman işi safsatalara, spekülasyonlara ve boş lâflara dökmeye kalkışacaklardır. Bütün bunların neticesinde kendilerince yapılacak iki iş kalır: ya bu kıymetleri dejenere birtakım faraziyeler içinde boğmak ve yahut daha kestirmesi, onları topyekûn inkâr ederek susmaktır ki ekseriya yapılan ve yapılmakta olan şey de budur.
Fakat alelade madde dışı varlıklar gibi dünyanın hiçbir kıymeti ile ölçülmesi mümkün olmayan maddeler hakkındaki bu düşünce sahiplerinin yanında , maddelerin ve varlıkların hiçbirisi ile nisbeti bahis mevzuu edilmeyen Allah'ı da aynı muameleye tabi tutmaya kalkışanlara ne diyelim ? İşte sapıklık diye adlandırdığımız hareket tarzlarından birisi de budur .
Allah'ı böylece inkâr ederler, ederler ama bu inkâr, hakikatte gene bir lâftan ibaret kalır. Zira ne kadar karartmış olurlarsa olsunlar, ruhlarının yaratıcı tahayyül melekeleri ve vicdanları, hakikati görmüş, duymuş ve onların bu hareketlerini asla tasvip etmemiştir. Şu halde bunlar iki tazyikin arasında sıkışıp kalmışlardır. Bu tazyiklerden birisi, dünyaya bağlılıktan doğan maddi itiyatların, nefsaniyet ve ihtirasatın akıl ve his üzerindeki menfi baskısı, diğeri insanın asıl hakiki varlığının ebedî malı olan tahayyül ve vicdan kudretlerinin gene akıl ve duygu üzerindeki müspet baskısıdır. İşte bu iki zıt baskı arasında insanın yukarıda söylediğim ruh parçalanışı vaki olur. Ruh parçalanır. Daha doğrusu insan varlığı parçalanır ve bu parçaların gene en ağır kısmı ruh tarafında kalır. Zira Allah'ın varlığını maddi baskılara uyarak ne kadar inkâr etmeye kalkışırsa kalkışsın, insanın öyle zamanları - velev bir şimşek süratiyle dahi gelip geçse - öyle anları olur ki o anlarda ruh, için için sızlar, kanar ve Allah'ı inkâr etmenin gelecekteki acı reaksiyonlarının sarsıntılarını bazı müphem duygu tezahürleriyle içten içe insana sezdirir. Fakat ne olursa olsun, enaniyetinin en kabarık bulunduğu devrelerinde insan, bu cılız görünen ruh sezişini yenmenin ve boğmanın yolunu kolaylıkla bulur. Ve bunda hiçbir bir güçlük çekmeden, hatta fazla bir cehit göstermeden belki dünya hayatı tükeninceye kadar da devam edebilir.Hakikatte, Allah'ı kimse inkâr edemez. Eder görünür, ettiğine kendisini zorla inandırmaya çalışır. Hatta bu ameliyede biraz da güçlük çektiği anlar olursa o zaman kendi kendisine: "Canım," der. " Böyle budalaca ve amiyane inançlara senin gibi aklı başında, münevver bir adam kulak asar mı?" Güya bu onun kendi kendisine verdiği usluca ve akıllıca bir nasihattir. Fakat o, takdir edemez ki bu nasihat aynı zamanda, kendisinin en kıymetli mürşidi, öğreticisi ve kurtarıcısı olan vicdanına karşı çevirmiş olduğu korkunç bir cehalet silahıdır . Ve bu silahın tehdidi, daha doğrusu tazyiki altında zavallı vicdan, biçare kurtarıcı uyuşur, siner, fakat içten içe gene mırıldanır ve fırsatını buldukça da gene feryat eder. Ta ki bir gün hakimiyeti tamamıyla eline alıp asi sahibinin yuvasını yapmanın sırası gelinceye kadar...
İnsan kendisini yalnız dünya maddelerinden ibaret sandıkça, ruhunun tekâmül ve inkişafına dünya varlığının ancak bir vasıta olduğunu unutmakta devam eyledikçe ve asıl kötüsü, hakiki varlığını, yani ruhunu inkâr ettikçe onun bu söylediğimizden başka türlü hareket etmesine de imkân kalmaz.
Demek ki Allah'ı bulmazdan önce, insanın kendi hakiki varlığını araması ve bulması lâzımdır. Kendisini kaybetmiş ve bir madde yığını içine bütün kıymetleriyle birlikte ruhunu gömmüş bir insan; Allah'ı ne duyabilir, ne bulabilir, ne de arayabilir . Bu da bir hakikattir. Bununla beraber gene tekrar ediyoruz: Bu cebrî inkârına ve unutkanlığına rağmen, asla yok edemediği ruhunu, gömülü bulunduğu madde yığınından kurtarıp çıkarmak için o insanın vicdanı, uyuşuk ve ezik hâliyle bile boğuk ve derinden gelen sesini kesmez ve mütemadiyen sahibine duyurmaya çalışır.
Şu halde Allah'a inanmak, İlahi ihtizazları ruha yerleştirmek, daha doğrusu bu ihtizazların ruhtaki varlığını idrak etmek her insan için bir zarurettir, bir ihtiyaçtır. Bunun aksine olan inkârcılık; ruhun bünyesine uygun olmayan , onda meknuz kudretlerle tezat halinde bulunan, dış âlemin kötü telkinatından, daha doğrusu dış âlemin muhtelif tesirleri altında uyanmış kötü ruh aksülamellerinden mütevellit, er geç bertaraf edilmeye mahkûm bir arızadır, bir sakat illettir.
Kıymetli ruh dostlarımızdan Akın'la bir görüşmemiz sırasında onun vermiş olduğu tebligatı aşağıya naklediyorum. Bu tebligatta bahsimizi ilgilendiren çok mühim bilgiler mevcuttur:
AKIN: (13/11/1948)
«Allah'ı tanımak netice değil, illettir. Allah'ın tanınmamasına imkân olmadığını nazarı dikkate aldım. Bununla beraber Allah'ı tanımayı, insanı tanımak gibi düşünmeyiniz. Allah'ı tanımak değil, duymak, Onu kendi ruhunda hissetmek lâzımdır. Eğer insan Onu duymazsa Ona inanamaz. Duymayanlar ise çok geri ruhlardır. Meselâ hayvanlar da Allah'ın varlığını duymazlar.
«B. R. — Bazıları vardır ki hayatta fedakârca hareket ederler. Fakat bunlar bir taraftan da Allah'ı inkâr ederler. Fedakârlıkları bu kadar ilerlemiş olduğu halde yani ruhen ilerlemiş oldukları halde bu insanlar Allah'a nasıl oluyor da inanmıyorlar ?
«Akın — Bunlar dünyaya ancak fedakârlık melekelerini inkişaf ettirmek için gelmişlerdir. Haldi zaçında bunlar, kendi şuur ve idrakleri haricinde «vermek» fiiline sevkedilirler. Yani bu veriş, onların ruhunda otomatik olarak husule gelir. Eğer bunu yapabiliyorlarsa eprövlerini muvaffakiyetle geçiriyorlar, demektir.»
İyi anlaşılabilmesi için psişik bazı bilgileri istilzam eden bu son cümleyi biraz izah etmek lüzumunu hissediyorum.
İnsanın otomatik faaliyeti ne demektir ? Eğer bu bilinmezse yukarıda geçen son cümlelerin manaları anlaşılamaz.
İnsanların şuur ve idrakleri maddi âlemde, yani dünyamızda iki nevi tezahür gösterir: Bunlardan birisi dünyada zahir olan, dünya bedenine bağlı şuur ve idrak şeklidir ki biz buna bağlı şuur ve idrak diyoruz. Diğeri de mutat halde, yani bedene bağlı halde tezahür etmeyen şuur ve idraktir ki buna da serbest şuur ve idrak diyoruz. Meselâ, benim şu anda elim hareket ediyor. Bunu ben idrak ediyorum. Ve şuurumla takip edebiliyorum. Bu benim bağlı şuur ve idrakimdir. Halbuki kalbim de hareket ediyor. Fakat onun hareketini ne idrak edebiliyorum, ne de şuurum buna lâhik bulunuyor. Bununla beraber kalbimin hareketini de sevk ve idare eden elbette benim varlığımdır. Ama bunu ben bilmiyorum. Halbuki bilgisizce hiçbir iş yapılamaz. O halde kalbimin hareketi hususunda benim bilgimin ve idrakimin olması lâzımdır. Kaldı ki kalbimin ve diğer iç uzuvlarımın gördüğü işler, benim dış bedenime yaptırdığım işlerden daha çok mudil ve naziktir. Demek ki kalbimin hareketi, benim dünyadaki hayat şartlarım içinde idrakime lâhik olmayan şuurla müterafık irademe bağlı bir sevk ve idare işidir. İşte hayat icaplarına göre bu iç organlarımın faaliyetini temin eden iradem ve bu irademe müteallik şuurum, bedenime bağlı olan dünya hayatımdaki varlığımla idrak edemediğim irade kudretimin güzel bir misalini teşkil etmektedir ki biz bu halde bulunan bütün ruh kudretlerine: Serbest ruh kudretleri, dediğimiz için buna da: Serbest irade, ismini veriyoruz. Ve böyle serbest şuur ve iradeye teallûk edip, dünyada maddeye merbut ruh halinin bağlı irade ve şuuruna lâhik olmayan faaliyetlere de: Otomatik veya spontane faaliyetler, diyoruz.
Bu izahatla otomatik faaliyet tabirinin manası iyice anlaşıldıktan sonra, Akın'ın bahsettiği yukarıdaki otomatik fedakârlık faaliyetini de kısaca şöyle izah etmek mümkün olur: Bunlar öyle insanlardır ki ruhta inkişaf etmiş bir fedakârlık melekesine henüz sahip delillerdir. Ve Onun içindir ki bu melekeyi dünya şuur ve iradelerine de lâhik olabilecek bir kudretle henüz kullanamazlar. Ancak, onlar, spatyomda iken serbest irade ve şuurlarıyla vermiş oldukları bir kararın tesiri altında dünyaya indikleri zaman, o tesirin devamından ibaret olan bir insiyak, bir ilca ile fedakârca bazı işleri yapmak durumunda kalırlar. Dünyada çeşitli icaplar ve tesirlerle çarpışması ve çöküntülere uğraması daima muhtemel bulunan onların bağlı irade ve şuurları, bu tarzdaki fedakârca faaliyetler üzerinde kati tesirler husule getiremez. Ancak böyle hareket ede ede, bu cebrî ve insiyaki tesirler altındaki fedakârca hareketlere uya uya dünyanın yıkıcı ve ezici şartları altında kalan onların irade ve şuurları tedricen kuvvetlenir, inkişafa yüz tutar ve nefsaniyetlerinin, ihtiraslarının pençesinden kurtulabilmek imkânını böylece kendiliğinden kazanmış olur ki bu da İlahî kanunların derin hikmetlerle dolu icabatiyle tekarrür etmiş ayrıca bir tekâmül yolunun misalini teşkil eder. Şimdi tebliğe devam ediyoruz:
«İşte bu halde iken bu ruhlar Allah'ı tanımayabilirler. Zira henüz Onu tanımalarına yarayacak kudretlerini harekete getirebilecek tekamül derecesine bunlar varmış olmayabilirler .
«Ne kadar geri olurlarsa olsunlar, ruhlar melekelerini işletmek için dünyaya gelmişlerdir . Meselâ, bir köpek bile sahibi için kendisini feda edebilir. Fakat Allah'ı tanımaz. Böyle bir insanın her şeyden evvel bu melekelerinin inkişafına yarayıcı eprövlerini dünyada tamamlaması lâzım gelir . Bu suretle o, fedakârlık yaptıkça hayatında yeni bir ufkun açılmasına sebep olur. Ve bu da gelecek hayatında daha yüksek bir merhalenin kazanılması için bir hamle teşkil eder.
«B. R. — Demek ki bu adam birçok melekelerini inkişaf ettirmek için dünyaya geliyor. Ve ancak bu melekelerin ruha kazandırdığı hamlelerle Allah'ı tanıyabilecek, öyle mi?
«Akın — Ruhu bunu duyacaktır. (1) Fakat bunu duyuncaya kadar geçen zaman zarfında onun dünyaya gelişleri ve ıstırapları o nispette artacaktır. Bu dediğiniz adam da her halde çok ıstırap çekmiş bir insan olmalıdır. İşte bu ıstıraplar onu inceltecek ve ruhunu Allah yolunda imana sevk edecektir .»
(1)Burada dikkate şayan bir nokta vardır: Müellif suali sorarken Allahın tanınmasından bahsediyor. Halbuki bu sözün yanlış düşüncelere yol açabileceğini derhal kavrayan Akın dostumuz, bu kelimeyi; duyacaktır, şeklinde tashih ediyor ki, doğrusu da budur.
Akın'ın tebliğinden çıkan mühim netice de şudur: Dünyada herhangi bir ihsanın gösterdiği iyi bir harekete bakıp, o adamın muhakkak her sahada yükselmiş olmasına hüküm vermek doğru değildir. Ve bunun içindir ki insanlar, diğer insanların tekâmül dereceleri hakkında, onların dünyadaki efal ve harekâtına bakarak hüküm verecek durumda değildirler. Onların bu hususta daima hataya düşmeleri muhtemeldir. Bunu evvelce neşrettiğimiz Ruh ve Kâinat kitabında üstatlarımızdan, yani yüksek ruh âlemlerinin varlıklarından almış olduğumuz tebligatla da tebarüz ettirmiştik. Binaenaleyh dünyada bazı yüksek insanlık vasıflarını açıkça göstermelerine rağmen Allah'ı tanımayacak kadar ruhen geri kalmış varlıkların da bulunabileceğini daima göz önünde tutmak icap eder.
Allah'sız insan, müthiş fırtınalarda kayalarla dolu açık bir denizin ortasında, dümensiz kalmış gemiler gibi çok fena ve tehlikeli durumdadır . Ve Allah, her istendiği ve ihtiyaç duyulduğu anda hemen kazanılamaz. Herkes için mukadder olan bu nimete ve nasibe, insanın devamlı bir cehit ve gayret göstererek hazırlanması ve Ona yaklaşmayı samimi ve bütün menfaat düşüncelerinden azade bir özleyişle istemesi lâzımdır. Yoksa evvelce bu ihtiyacı duymamış olan ve yalnız tehlikeli an gelip çatınca da aklı başına gelerek Allah, diye bağıran bir insanın bu hareketi, yuvarlanmaya başladığı uçurumdan kendisini kurtarmaya kâfi gelemez. Bunun için, o uçurum henüz görünmeden ve tehlikeler gelip çatmadan evvel insanın, O büyük ismi anmaya lâyık bir ağızı, duymaya lâyık bir ruhu kendisinde hazırlamış olması icap eder. Bu hazırlığı yapmamış, yani hayatının hiçbir safhasında Allah'ı düşünmemiş, özlememiş ve Ona inanmamış bir insan, istediği anda Allah'a yaklaşmak kudretini kendisinde bulamaz. Bu çok mühim ve unutulmaması lâzım gelen bir hakikattir.
Şu halde aklı başında olan insan, Allah'ı aramak ve bulmak ihtiyacını ve özleyişini her an, her yerde, hiçbir merasime muhtaç olmadan kendisiyle beraber taşır. Zira Ona yaklaşmak arzu ve ihtiyacı, Allah kanunlarının icabatındandır. Hiçbir varlık bu kanunların şümulü haricine çıkamaz. Yalnız, bu yola girmek herkesin kendi kudret, takat ve derecesine göre çeşitli istikametlerde ve zamanlarda vaki olur. Kadrinin aşağıdaki tebliğinde bu hususlara dair çok kıymetli sözler vardır:
KADRİ: (3/5/1948)
«Mahlûklar daima Hâlıklarına yaklaşmak için ellerinde, Ona doğru çırpınan bir kudret taşırlar . (Ne mutlu bu hakikati bilip de o kudretlerini hareket ve faaliyete getirebilen kişilere! «müellif.»)
«O kudret Halika yaklaştıkça onu taşıyan mahlûku geri çevirip mahzun etmezler. Yeter ki o, Halika ulaşmak yollarını aramış, bulmuş ve hiç olmazsa kalbinden geçirmiş olsun.
«Allah o kadar büyüktür ki ben bir celsede bunun tarifine imkân olmayacağını söylemiştim. O kadar Rahimdir ki bu, hiçbir kelime ile izah edilemez. Bunu bilen ve inanan ve Allah'ı bir kere bile candan anan korkmasın. Yalnız, Onu özlemesini bilsin ve içinden istesin. Ve daima kendinden küçüklere elini uzatmasını bilmiş bir varlık olsun, bu bile yeter. Ama bu kadarı size yetmez. Siz bu kadar küçük işlerle yetinmeyiniz. Çünkü onların mükâfatıyla siz iktifa edemezsiniz. Siz de kendi bilginiz, derece ve kabiliyetiniz kadar isteyiniz ve almağa gayret ediniz.
«Ne mutlu ki siz kendi kudretinizle kendinize yeni bir veçhe verecek bir irade sahibi, karşılığını gözetmeden bir mal vermekten çekinmeyen müflis bir tüccarsınız. Bunun için dünyada sizinle alay edenler çoktur: «Elinize bir şey geçmeden kıymetli vakitleriniz ziyaa uğruyor» derler. Ne yapalım!... Dünyada böyle cahillere, aptallara ihtiyaç olacak ki akıllı geçinenlere yol göstersinler.
«Azim ve kudretinizle her zaman yeni bir kapıyı açacak cesareti gösteriniz. Noksan bilgileriniz size rehber olmuyorsa beklersiniz. Zamanı gelince daha büyük şeylere ulaşmak imkânını da bulursunuz.
«Temiz kalınız. Kendi benliğinizi tanıyınız. Bir adam çıkıp da içinizden geçenleri sizin yüzünüze karşı söylemek kudretini gösterirse ve bu sözlerden sizin yüzünüz kızarmazsa o zaman sevininiz.»
Bir defa Allah'ı inkâr etmeye kendisini alıştırdıktan sonra insandaki nefsani duygular, yani ruhun madde baskısı ile soysuzlaştırılmış bazı kudretleri azgınlığını arttırdıkça arttırır. Kin, adavet, kıskançlık, hodbinlik ve bilhassa enaniyet canavarları, ruhta birer karanlık sultanı halinde yerleşerek taht kurar. Ve işte o zaman fasit daire teessüs etmiş olur. Ve ruh, kendisini kurtarmaya yarayacak kudretlerini bu fasit daire içinde büsbütün kaybetmek için kullanmaya başlar.
Bu daireyi kapatan kavis, bilhassa nefsaniyetin en azılı unsuru olan nahvet ve hodbinliktir. Ve insanı yükseltmek maskesi altında çok defa düşüren ve perişan eden izzeti nefis davası, bu nahvet ve hodbinliğin doğurduğu ruh hallerinden birisidir ki işte bu izzeti nefsini kurtarmak gayreti insanı ilahi yoldan uzaklaştırdıkça uzaklaştırır. Ben tanıdık bir zata, sıkıntılı zamanında, Allah'a dua etmesini tavsiye ettiğim zaman gözlerini hayretle ve biraz da infialle açarak bana şu korkunç cümleleri söylemişti: «Doktor ne diyorsun? Ben ellerimi açıp da Allah'a yalvarmak zilletine nasıl katlanabilirim? Yalvarmak küçüklüktür. Ben bunu yapamam. Benim izzeti nefsim var.» İşte biçareliğin ve zavallılığın şaheseri budur! Filhakika o adam bu sözlerde belki nefsaniyetinin izzetini kazanmış olabilir, fakat buna mukabil ruhunu kaybetmiş ve öz varlığının izzetini çiğneyip geçmiştir. Ve bu bakımdan korkunç bir sapıklık içine saplanıp kalmıştır.
Allah'a karşı izzeti nefis davası nasıl bahis mevzuu olabilir? Sen kimsin, Allah kim!... Allah, O Büyük Varlık senin varlığını esasen aziz kılmış, sana, senin de tasavvur edemeyeceğin bahşayışların en büyüklerini lütfetmiş ve manasını bile anlayamadığın asla anlayamayacağın , tasavvur ve tahayyül dahi edemeyeceğin izzetleri sana lütfen nasip etmiş ve mukadder kılmıştır. Buna rağmen senin Ona karşı aziz kılmaya çalışmandan ziyade, ayaklarının altına alarak çiğneyip geçmen icap eden nahvet ve nefsaniyetini Allah'a karşı haşa bir silah olarak kullanmaya kalkışmanı, korkunç bir ruh karanlığı addetmeyen müsamahalı görüşler bile en hafif tabirle bir cüretkârlık sayarlar.
Aziz dostum Kadrinin aşağıdaki sözlerini dikkatle okuyanlar bu hususta ondan çok faydalı fikirler çıkarabilirler:
KADRİ: (16/7/1947)
«İnsan büyüklerine karşı izzeti nefsinden fedakârlık etmesini bilmelidir. Bu bir fazilettir ve bir vicdanın sesini duymaktır.
«Bir çocuğa, hatta kendisini müdrik bir gence babası bir tokat atsa bu çocuk izzeti nefsim kırıldı, diye babasına mukabele edebilir mi?
«İşte kendisinden çok büyük bir varlığa, milyarlarda bir parçasına bile yetişmeye imkân bulunmayan ve insana bütün ebedi hayatını ve varlığını bahsetmiş olan Büyük, Azametli Cenabıhakka karşı izzeti nefis düşünebilir mi? Onun kapısına gelirken kusurlarını, kötü hareketlerini açıkça itiraf edeceksin ki O da seni affetmek lütfunda bulunsun. Sende kibir, gurur parçaları mevcutken sen bunu yapacak kudreti kendinde bulamaz ve ilânihaye karanlık yolların bekçiliğini yaparsın.»
Ruh âleminin büyük tebligatını dünyamıza bildirenlerden kıymetli ruh dostumuz Kadrinin bir tebliğini daha burada hemen yazmak ihtiyacını duyuyorum:
KADRİ: (16/7/1947)
«Dünyada izzeti nefsi öyle bir yerde kullanmalısınız ki onu kullanmadığınız takdirde hayati vazifelerinizin ifası çok müşkül duruma girecektir.
«Fakat nahvet ve nefsinden fedakârlık etmek endişesiyle kendini Allaha yakın görmek ve Onun kapısına gelirken bile bu sıfata bürünerek yaklaşmak çok tehlikelidir.»
Bir de, çok basit bir düşünceye kapılarak şöyle diyenler vardır: Eğer böyle Kadir , Hâkim bir Allah mevcut olsaydı insanların Onu inkâr etmesine nasıl imkân tasavvur edilebilirdi ? Yani O , böyle bir harekete nasıl müsaade ederdi? Bu, çok basit bir düşüncedir. Zira evvel â, mutlak karşısında sıfır olan her şey gibi Onu inkâr edenlerin küfürleri de Onun varlığı karşısında sıfırdır. Yani hiçbir kıymet ifade etmez. Saniyen, imansızların bu küfürleri, ancak kendilerine mahsus ve lâyık azaplı ve sarsıntılı bir tekâmül yolunu hazırladığı için o anda kendilerine münasip gelen en uygun bir hareket tarzı olur . Öyle insanlar vardır ki ve bunlar o kadar geri durumdadırlar ki Allaha karşı gelmenin ruhlarında doğacak acı neticelerini tadarak ancak bu acılığın, şiddetli tesiri altında, atıl ve lagar ruhlarını harekete getirmek imkânını elde edebilirler. Ve Adil, Allah hiçbir kimseyi kendisine lâyık tekâmül yolundan alıkoymaz. Kendisine küfredenleri, değişmez kanunlar ile çizmiş olduğu yollardan bu yollar ne kadar azaplı olursa olsun ayırmaz. Zira Allah o ezelî kanunlarına şu veya bu tarzda uymakta herkesi tamamen hür ve serbest bırakmaktadır. Binaenaleyh iradesini kullanmakta hür olan insan ister belâsını bulur, diler mevlâsını...
Allah ezelden takdir etmiş olduğu sonsuz ve değişmeyen kanunlarının icabetini her an, her yerde, insanların anlayabilecekleri ve ihtiyaç duydukları şekil ve nispette, vicdanlarına ilham edici vasıtaları lütfedip dünyaya göndermiştir ve göndermektedir. İnsanlar böyle ilham ve bilgi kaynakları ile muhakkak birçok defa karşılaşmışlardır. Buna rağmen insan, enaniyetinin kör insiyakı ile hareket ederek nefsaniyetini her şeyden olduğu gibi, bütün bu ilham ve bilgi kaynaklarından da üstün görür ve onlara ruhunun antenlerini açmaya yanaşmazsa Mutlak Adalet onun bu hareketine karışmaz. Çünkü insan öyle istemiş ve bunun kendisine evvelden haber verilmiş neticesine katlanmayı da gözüne almıştır. Bu suretle o, tekâmül yollarının en çetinini, en üzücü ve azaplı olanını kendine seçmiş bulunuyor. Buna kim ne der? Nitekim o, bu kayıtsızlığı ve imansızlığı ile tuttuğu yolda azaplı ve müşkül durumlarla karşılaştığı zaman bu halaskar azap ve işkencelerle ruhunu yıkayacak, temizleyecek ve ondan sonra herkes gibi vicdanının sesine uyarak imana gelmesini öğrenecektir. Hayat da bir mekteptir. Her talebe mektebi bitirebilir. Fakat bazısı bir senede birkaç sınıf atlayarak , bazısı da birkaç sene bir sınıfta kalarak ve birçok zahmetler çekerek... Büyük yardımcımız Kadri, imansız bir insanın akıbetini gittikçe gerilmekte olan bir lâstiğin şiddetle geriye çekilmesinden hâsıl olacak neticeye benzetiyor. Şöyle ki:
Kuvvetli, fakat fazla uzamak kabiliyetinde bulunan ve uzadıkça çekme şiddetini arttıran bir lâstik bağla herhangi bir merkeze bağlanmış bir top tasavvur ediniz. Bu top merkezden mütemadiyen uzaklaşmakta olsun. Topu merkeze bağlayan lâstik bağ, ilk zamanlarda onun bu hareketine mani olmaz. Binaenaleyh top istediği gibi merkezden uzaklaşabilir. Fakat o uzaklaştıkça lâstik bağ da gerilir ve gerildikçe topu merkeze doğru çekme şiddetini arttırır. Top merkezden ne kadar çok uzaklaşmışsa onu tekrar merkeze çekecek olan lâstiğin şiddeti derecesi de o kadar artmış olur. Nihayet bir an gelir ki lâstiğin bu çekici şiddeti, topun merkezden uzaklaşmak için sarf etmekte olduğu kuvvete galip bir kudret derecesine varır. Ve o zaman topun mukavemeti kırılır ve kendisini bütün varlığıyla lâstiğin çekici kudretine terk eder . İşte bu anda gerginliği azami hadde varmış olan lâstik, onu bütün şiddetle ve hızla merkeze doğru çeker. Ve böylece şiddetle çekilip merkeze çarpan top parça parça olur. Biz , bu lastiği vicdanın ve bu parçalanışı da inkarcı ruhun zamanı gelince uğrayacağı yırtıcı azap ve hüsranlarının sembolik bir ifadesi olarak kabul ederiz. İrşatçı dostumuz Kadri, bu mevzu ile ilgili başka bir tebliğinde top misalini tekrar ele alarak şöyle konuşuyor:
KADRİ: (24/11/1947)
«Allah o kadar Büyüktür ki bu Büyüklüğünü Kendisi aleyhinde bulunanlara göstermeye tenezzül etmez. Bazıları, şayet Allah varsa şimdiye kadar bizim cezamızı vermez miydi ? Şu halde böyle bir şey yoktur, derler. İşte anlattığım lâstik meselesi budur. Bu, onun cezasına çekeceği öyle bir andır ki o zaman artık geri dönmeye de imkân kalmamıştır.»
Şimdi, hiç şüphesiz evvelkiler kadar şiddetli olmamakla beraber gene az çok bir sapıklık sayılan, Allaha karşı bazılarının gösterdikleri ihmalkârlığa ve lâubaliliğe de biraz temas etmek istiyorum.
Bazıları vardır ki herhangi bir dine salik bulunmaları bakımından Allah'ın varlığını inkâr etmezler. Fakat onlar, Allaha karşı olan vazifeleri sanki bu kadarla bitmişçesine kendilerini koyuverirler ve selâmette görürler. Bu da bir gaflettir. Zira insanın, kendisini böyle henüz lâyık olmadığı bir emniyet içinde görerek koyuvermesinden mütevellit Allaha karşı öyle ihmalkârlıkları ve hatta o kadar müsamahakârca laubali hareketleri olabilir ki bu hareketler onun, büyük hüsranlara ve karanlık uçurumlara sürüklenmesine yol açar. Meselâ, sahiden ve maalesef ekseriya yalan yere rast geldiği yerde Allah namına yemin ederek O, ismi ağıza bile ancak büyük bir saygı ve ruh sarsıntısıyla alınabilen Allah'ı, insanları aldatmak için bir kötülük vasıtası olarak kullanmak istemenin dehşetli neticelerini düşünemez. Meselâ, Allah adına ant vererek onu bunu en basit ve bayağı, hatta çok defa kötü ve zararlı dünya işlerine sevk etmekten çekinmez. Ve meselâ, sırf ona buna ve hatta bazen en yakınlarına bile fenalık yapmak için o büyük ve mübarek ismi sıkılmadan kullanarak hiçbir insana yakışmayan ve Allah tarafından asla hoş görülmeyen yollarda beddua etmeyi alelade işlerden sayar. Çünkü onun Allaha imanı içten duyulan bir ruh ihtiyacı neticesinde doğmamıştır. Ve o insan, ancak doğuştan herhangi bir dine intisab etmiş olmanın neticelendirdiği otomatik bir harekettir.
Allah'ı yalnız küçük, hasis ve maddi işlerde düşünen ve Onun ismini kazançlarına -hâşa- bir sermaye gibi kullanmak cüretinde bulunanlar hakkında spatyomdaki yardımcı dostlarımızdan çok kıymetli tebliğler aldık. Bunlardan bazılarını okuyucularımıza bildirmek istiyoruz. Zira bu bapta insanlar tarafından sık sık gösterilmekte olan kayıtsızca lâubaliliğin , yüksek âlemlerde çok üzücü tesirler bıraktığını bilmemiz faydalı olur . İşte bu tebliğlerden bir tanesi Kadri tarafından verilmiştir:
KADRİ: (10/11/1947)
«O Yüksek Varlığın ismini anacak dünyada çok az ağız vardır. Ben eğer size müsaade ediyorsam bu, kabiliyetinizden ziyade kalbinizin açıklığından ve fikirlerinizin karışık olmamasındandır. Nasıl O Büyük ismi anarken bakacak, dünyanızda yer yoksa Onu anmaya lâyık ağız da çok azdır.
«Temiz kalınız, düşüncelerinizi hiç bozmayınız. Allah'ın takdiri ne zaman erişirse siz bu hakikatlerin ifade ettiği manayı o zaman anlarsınız. Şimdi boş söz gibi gelen bu yazılar o zaman manalarını değiştirerek karşınıza başka şekilde çıkarlar ve size başka yollarda birçok çok ışık daha tutarlar.»
Bir de gene basit ve maddi menfaatleri ve çıkarları yüzünden bazı insanlar, Allah namına yemin etmek suretiyle bu mübarek ismi bir oyuncak hâline sokmaktan çekinmezler. Ve onu dillerine o kadar sık dolarlar ki rastgele her yerde, olur olmaz vesilelerle ve hatta hiçbir vesile olmadan dahi sırf gevezelik yüzünden tekrarlayıp dururlar. Bu tekrarlamalar Kadrinin: O Büyük Varlığı anarken bakacak temiz yer dünyanızda ancak semanızdır, sözü ile taban tabana tezat teşkil edecek kadar kötü, murdar yerlerde büyük bir kayıtsızlık ve lâubalilik ile yapılır. Ve bu hâlin dehşetini duyabilecek kadar idrak sahibi olanların bu manzara tüylerini ürpertir. Dostumuz Kadri’ye bu hususta sorduğumuz bir suale karşı onun vermiş olduğu cevabı bütün insanlık âlemine takdim ediyorum:
KADRİ: (24/11/1947)
«B. R. — Bazı insanlar vardır ki alelâde işlerinde bile Allah'ın ismini öne sürerek yemin ederler. Bu doğru mudur ?
«Kadri — Allah'ı nasıl korkarak andığımı hatırlayınız. Her şeye bu mübarek lafzı koymak çok kötüdür. Bazı masum hatalar vardır. Size bir şeyin teşebbüs anındaki hareket noktasına bakınız, demiştim. Böyle bir hareket, hüsnüniyet ve iyilik maksadı esasına istinad ediyorsa büyük bir fenalık ve bir azap başlangıcı olmakla beraber mazur görülebilir.»
Burada kötü neticelerini bilmeksizin safiyetle, hüsnü niyetle ve iyilik maksadıyla yapılmış bir yeminin mazur görüleceği sözünün arkasında bile gizli duran ıstırap ve azap fikri, fena ve kötü niyetle yapılacak yeminin korkunç neticeleri hakkında bizi lüzumu derecesinde tenvir etmeye kâfi gelir. Yani iyilik yolunda, bilmeden yapılan ve mazur görülen bir yeminin arkasında, insanı bu hareketinden dolayı azaplı neticeler bekliyorsa kötü yollarda, adam kandırmak için yapılacak yeminin, acaba ihsana hazırladığı akıbet ne olsa gerektir? Bunu Kadrinin tebliğinin mabaadindeki şu sözlerden öğrenebiliriz:
«Fakat başkasını kandırmak, maddi bir işte bir hıyanet hazırlığı vesilesi olarak Allah'ın ismi kullanılmışsa fena ve çok fenadır.»
Ve kim bilir bu (fena) kelimesinin ifadesi altında ne korkunç ve anlatılamayacak manalar gizli bulunmaktadır. Şu hâlde Allah'ı duyan , Onun Büyüklüğünü ilahi kudretlerini öz varlığında idrak etmek yolunu tutmuş bulunan bir insan hiçbir bahane ve sebeple, hiçbir şey hakkında Allah'ın ismiyle yemin edemez. Allah, hiçbir zaman, hiçbir kimse tarafından, hiçbir sebep altında şahit veya kefil tutulamaz. Böyle bir hareketin düşüncesi bile korkunçtur. Sen kimsin ki yalnız şükranla borçlu bulunduğun ve yalnız niyaz ve istirhamlarınla lütfuna mazhar kılınmak liyakatini kazanmağa çalıştığın Tanrıyı; mahiyetlerinin ve neticelerinin dahi ne olduğunu veya ne olabileceğini bilmediğin günlük dalaverelerini, daima seni aldatan ve hataya sürükleyen ve böyle olması da dünya kanunlarınca zaruri olan keyfine ve hevesatına göre yürütmek gibi basit ve hasis işlerde, bir emniyet supabı olarak kullanmak cüretine kalkışmak talihsizliğini göze alabiliyorsun!... Allah seni böyle bir hataya düşmekten korusun !
Allah ancak sevilecek , yalvarılacak, büyük bir hayraniyet ve saygı ile anılacak ve daha ileride de içten gelen ateşli bir iştiyakla ve aşkla duyulacak Kudrettir. On kuruşluk maddi kazanç için başkasını kandırmaya vasıta ittihaz edilecek bir varlık olmaktan O Yaratıcı Kudret katiyen münezzehtir .
Yarım ağızla sadece Allah var, demekle veya manasını anlamaya bile lüzum görmeden ve hiçbir şey duymadan ezberden bir iki formül okumakla tam iman olmaz.
Duymadan, düşünmeden ve bilhassa Allah'ın muradını yerine getirmek gayesiyle iyi bir yola girmeyi, hayırlı bir teşebbüse girişmeyi kendilerine tatsız bir meşgale, yorucu bir angarya sayacak kadar ilahi vazifelerden kaçarak Allah'a inandığını sanmak oldukça tehlikeli bir yolun yolculuğunu yapmak demek olur. Allah'ın dünya kanunları icabatile de tezahür eden muradına uymadan veya hiç olmazsa uymaya çalışmadan ve uyamayınca da vicdan azabı duymadan ilahi yola girilmiş olmaz.
Her kul, Allah'a karşı şu veya bu yönden suçlu olabilir . Mahlûkat için ve bilhassa insanlar için içtinabı mümkün olmayan bu hal, onların aczi ve nisbiliği icabatındandır ve Allah yolunda olmaya halel getirmeyici bir hâdisedir. Ancak, insan bunları bildiği halde takdir etmez ve suçunu kabul etmezse, Allah'a karşı insanlık vazifelerini yapamamış olmaktan mütevellit bir üzüntü duymaz ve onların tamiri cihetine gitmezse, hatta bu hal karşısında büyük bir kayıtsızlık içinde omuz silkip geçer ve hele Allah'ın mübarek ismini maddi çıkarım temin yolunda diline oyuncak yapmaya kalkışırsa o zaman işi kötüleştirir ve Allah'ı inkâr edenlerle kendisi arasında pek az bir mesafe bırakmış olur ki bu da kendisine elbette hayır getirmez.
Allah'ın muradı: Her şeyden evvel başta, Allah'ı kalbinden bir an bile çıkarmamaya çalışmak olduğu halde insanlar arasında fedakârlık , sevgi, şefkat, yardım, af ve müsamaha, iyilik ve fazilet hislerinin yayılması şeklindeki bütün iyi ruh halleriyle vicdanlarda tecelli eder. Nahvet, gurur, hodkâmlık, kin, garaz, düşmanlık, kıskançlık... gibi başkalarının zararını mucip olan ve iyilikle telif edilemeyen ve yalnız nefsaniyetin tatminini istihdaf eden hareketler Allah katında makbul değildir. Ve bu hareketleri itiyat edinenler ne Allah'ın ismini layıkıyla anabilirler, hatta ne de onu hatırlarına getirmeği isterler.
İşte bütün hayatım böyle fenalığa, habasete, muhitindeki insanları kendi maddi çıkarı ve menfaati lehinde tazip ve taciz edici hareketlere tahsis etmiş ve bu kötü hallerinden zevk duymak itiyadını kazanmış bir insanın hangi dinden olursa olsun Allah yolunda sayılması mümkün değildir. Yeter ki o, bütün bu fenalıkları bilmeden, istemeden veya herhangi bir ruh zaafına kapılıp yapmış olduğunu idrak etmiş ve bunun üzüntüsünü içinde duymuş olsun ve bir daha bunları tekrarlamamayı özleyerek, Allah'tan af dileyerek O'na her an yalvarmasını bilsin.
Ben öyle insanlar gördüm ki bunlar, bir taraftan ibadethanelere giderken ve arasıra da, yani başkalarını kandırmak icap ettiği zaman Allah'tan , peygamberlerden bahsederken, hatta manalarını duymadan, düşünmeden ve duymaya , düşünmeye de çalışmadan birtakım dinî formülleri sırf gösteriş olsun diye herkesin yanında papağan kuşu gibi mırıldanarak tekrarlar dururlarken, diğer taraftan da başkalarına ve hatta yakınlarına reva gördükleri en zarar verici kötülüklerin planlarını kafalarında , en şeytani tertiplerle düzenlemeye çalışırlar. Halbuki bu ibadethaneler, birer ilahi murakabe ve istiğrak yeridir. Oralarda yalnız Allah 'ı duymaya ve Allah yolundaki temiz hareketleri düşünmeye çalışmalıdır. Dinî kelamlar ise insanı Allah'ın huzuruna ve Allah yoluna hazırlayan birer büyük kıymettir. Onlar ancak, hemcinslerin iyiliği ve saadeti uğrunda nefsaniyetten yapılacak fedakârlıklarla yardım, şefkat, sevgi esasına dayanan temiz düşünce ve duyguları harekete getirerek insanı hakka hazırlar. Hülasa , bütün bunların istihdaf ettiği yüksek gaye, insan düşüncesini ve kalbini aşırı menfaat duygularının kirletmiş olduğu kötü yollardan ve niyetlerden uzaklaştırıp Allah'ın muradına ve rızasına uygun temiz yollara ve iyi niyetlere yaklaştırmaktır.
Binaenaleyh, bütün hayatı boyunca itiyat halinde tekrarlayıp durduğu kötü düşünce ve niyetlerinde ısrar ettikçe ve başkaları aleyhinde kalbinde beslemekte olduğu türlü türlü fena duygularında tatmin edilmeği kendine vazgeçilmez bir zevk edindikçe, hiçbir insanın sadece ibadethanelere gitmekle ve makine gibi ezberden formüller okumakla Allah yolunda olabileceğini, vicdan huzuruna ve istirahatine kavuşabileceğini düşünmek çok güç bir iş olur. Zira bu huzur ve istirahat ancak ve ancak vicdanın emrettiği bir hakikat yolu olan ilahi muradı yerine getirmekle mümkündür. Ve illâ, bu emrin hilafındaki herhangi bir yol bütün zahiri cazibe ve güzelliğine rağmen, büyük hüsranın, ardına kadar açılmış kapısından içeri girer. Bu da bir hakikattir. Ve hiç ihmale gelmez. Mensup bulunduğu dinin bu müteal gayesini anlamış ve ondaki ilahî maksadı az çok keşfetmiş her hakikî din adamı bunu böyle düşünürken, kötü hareketlerin kötü niyetlerin ilahi rızaya ve murada aykırı olduğunu bütün ruhu ile duyarken temiz bir kalp yüksek bir vicdan saygı nefsani bir düşünce ve başkaları için nefsinden yapılmış fedakârlık arzusuyla hareket ederken ve bütün bunların aksine olan işlerin fenalığını ve zararlarını bütün ruhu ile anlayıp dururken, sadece ismen veya şeklen bir dine bağlı olduklarını etrafındakilere göstermeği veya kendi vicdanlarına karşı bir kalkan halinde kullanmayı yeter derecede bir kefaret sayarak her türlü fenalığı meslek edinmekte beis görmeyen bazı gafil insanların bu hareketlerinin fena bir şey olduğunu ve çok zararlı neticeler doğuracağını hiç olmazsa bilmeleri ve idrak etmeleri pek faydalı olur. Eğer onlar çok acı ve yakıcı hüsran ve azap diyarlarının, ilerledikçe her noktasından aynı kolaylıkla dönülmesi mümkün olmayan aldatıcı yollarının birer bedbaht yolcusu olmak talihsizliğine düşmek istemiyorlarsa... Ve eğer ilahi yolun sonsuz huzur ve saadet kaynağı olan büyük nimetlerini bol bol tatmaya lâyık yolculuğuna namzet birer bahtiyar varlık olmayı özlüyorlarsa...
Allah bütün insanlara bu sonuncu dileği nasip etsin. Her insanda mevcut kurtarıcı vicdan kudretinin, doğru yolu gösteren temiz sesini gürleştirsin. Herkese er geç mukadder olan ruh huzur ve saadetine en kısa yoldan ulaştırıcı kudretleri bütün varlıklara bahşetsin ve insanların birbirine yardımları için kalplerindeki merhamet ışığını biraz canlandırarak asırlardan beri ağlamakta devam eden beşeriyetin gözyaşlarını dindirsin.