Allaha yönelmenin, Onu duymağa çalışmanın, Allah yoluna düşmenin tahakkuku uğrunda gösterilecek objektif ve sübjektif ruh faaliyetlerinin, insanı merhaleden merhaleye yükselteceği muhakkaktır. Bununla beraber insanların vicdanlarının ve ruh kudretlerinin henüz kifayet derecesinde inkişaf etmemiş olduğu devrelerde kökleşmiş bir akideye saplanıp kalmaları, İlahî yollarda yürürken kendilerinin bir takım duraklamalara maruz bulunmalarını intaç edebilir. Bilhassa dışardan gelen telkinler, görenekler, maddi zaruret veya menfaatlerden kökünü almış bir takım zorlayıcı tesirler bu duraklamaları neticelendirici başlıca âmillerdendir.
Meselâ putperest bir aileden gelen çocuğun, bu ailenin gittiği sapık yoldan kendisini kurtarabilmesi, ancak onun ruh hürriyet ve istiklâlini kazanabilecek bir duruma girmiş olmasına vabestedir. Ve illâ babanın sakim putperestlik yolunda o da babası gibi otomatikman yürümeğe devam edecektir. Muhammet, kendisini çok seven ve himaye etmiş bulunan amcası Ebu talibe ölüm döşeğinde: «Sevgili amcacığım, son nefesini vermeden lâilahe illallah, de ki ben huzuru İlahîde senin Müslüman olduğuna şahit olayım» (1) teklifini yaptığı zaman o, büyük peygambere şu cevabı vermişti: «Ben, Abdülmuttalibin dini üzere ölüyorum. Ya Muhammet, senin sözlerini kabul ederdim. Fakat Kureyş benim ölümden korkarak din değiştirdiğime zahip olur.»
İslâm tarihi: Ömer Rıza Doğrul cilt: 1 (sayfa 271)
Bu sahne çok manalıdır. Burada Ebu talibin Müslüman olup olmadığı mevzuu üzerinde duracak değiliz. Ancak, ibret gözüyle temaşa ederiz ki zamanında doğan parlak bir hakikat güneşi, gözlerini kamaştırdığı halde; ailesinin, kabilesinin ve muhitinin sakim ve köklenmiş kanaatleriyle zincirlenen ve sımsıkı bağlanan vicdanı bu güneşe karşı gözlerini yummaktan Ebu talibi alıkoyamamıştı. Bu, binlercesine, milyonlar ve milyonlarcasına ibret dersi teşkil eden hazin bir vakıadır.
İşte böylece herhangi bir kanaate saplanıp kalmış bir aileden, bir muhitten, bir cemaatten dünyaya gelen bir çocuğun o aile, muhit ve cemaatin tesiri altında kalarak o kanaatin yöneldiği iyi veya kötü istikametlere kendiliğinden sürüklenmesi imkânı her an mevcuttur. Ve bu hal birası da tabiidir. Fakat böyle dışardan gelen tesirlerin istikametlerinin kötülüğe saptığını öğrendikleri ve vicdanlarıyla hissettikleri anda bu istikametlerden ayrılmak için lâzım gelen kudretleri gene bizzat kendi ruhlarından almak imkânlarını araştırmakla ve ruhlarını buna daima hazır bulundurmakla insanlar mükellef kılınmışlardır.
İşte birbiri arkasından gelen dinlerin inişlerindeki İlahî hikmeti bu noktada aramak lâzım gelir. Evvelki bir dinin, dünya asırlarından ve nesillerinden artakalmış bazı cürufun kararttığı nurlarını tekrar parlatmak ve ona yeni nurlar katmak için zamanı gelince başka bir peygamber başka bir dinle dünyaya indirilmiştir. Yoksa din birdir. Ve çeşit çeşit dinler yoktur. Yalnız , o tek dinin yaydığı esas hakikatler zaman zaman unutulur ve bundan mütevellit insan ruhlarında sapıklıklar, uyuşukluklar ve duraklamalar peyda olur. O zaman bu sapıklığı düzeltmek, bu durgunluğu kamçılamak ve bu duraklamayı harekete getirmek için din, yeni hayat şartlarına ve icaplarına uygun bir çehre ile kendisini insanlar arasında yaymağa lâyık ve muktedir varlıklar yani peygamberler ve mürşitler tarafından yeryüzüne tekrar arz edilir. İşte tek dinin, yani İlahî yolun muhtelif dinler halinde görülen manzarası budur.
Basiret sahibi insanlara burada düşen iş, bu tek dinin muhtelif isimdeki çeşitli safahatı arasında dünya durdukça değişmesi bahis mevzuu olmayan ve her safhada söylenmiş bulunan İlahî esasları ve hakikatleri; zamana göre değişmesi zaruri ve lüzumlu şe’niyetlerden ve hazırlayıcı tekalüften ayırmak ve aradaki ayrılık ve gayrılığın ancak bu tali şe’niyetlerden, şekillerden ve merasimlerden doğmuş olduğunu anlamaya çalışmaktır. Esasen her din vazıı kendisinden evvel gelen dinin hak yolu olduğunu söylemiş ancak, tekamül icabı olarak o yolun zamanla ifşası zaruret haline giren bazı yeni istikametlerini ve kaybolmuş esaslarını göstermiştir.
Din bir irşattır. Ve din vazıı olan peygamberler de birer mürşittirler. İnsan bu irşadı kendisine, gene kendi kudretiyle bir cennet yolu yapabileceği gibi, kendi kudretsizliğiyle korkunç bir cehennemin uçurumu haline de sokabilir.
Hangi dinden olursa olsun kendi dininden, Allah'ın yoluna ait büyük esasları, zevahire ve kimsenin telkin ve tesirine kapılmayarak insan, en büyük kurtarıcısı ve rehberi olan vicdanından aldığı ilhamlarla hakiki yolunu bulup çıkarabilir ve onunla âmil olursa cennetinin yolunda sayılır. Ve illa, vicdanının seslerini, onun bunun hangi maksatlar peşinde olduğu belirsiz telkin ve hükümlerine feda eyleyip ruhunu kaybeden insan gene hangi dinden olursa olsun hakikatin düz yolunda değil, dalaletin uçurumu üzerinde bulunur. Allah bu hakikati görmek basiretini insanlara versin ve onların yegâne kurtarıcısı olan vicdanlarının nurunu parlatanı ve o vicdanların hürriyetlerini kendilerine hissettirsin.
İnsan hem dünyada, hem dünya ötesinde yaptığı işlerin tek mesulü olarak kalacaktır. Mesuliyetini idrak etmiş bir varlığın efal ve harekâtını da gene bizzat kendisinin tayin etmesi lâzım gelir . Bunun içindir ki Allah insanlara her devirde o devrin icaplarına uygun ve anlayış kabiliyetine göre konuşan mürşitler göndermiş ve o mürşitler insanların vicdanlarına muhtelif vasıtaları kullanarak, muhtelif dillerle İlahî hakikatlerin anlayabilecekleri ve duyabilecekleri kadarını fısıldamışlardır. Yeter ki insanlar bu nurlanmış vicdanları ile baş başa kalabilsinler, vicdan hürriyetine sadakat göstermenin bir tekamül zarureti ve bir İlahî murat olduğunu idrak etsinler ve Ebu Talib'in yolunu tutmasınlar.
Kainatta dünya dışı öyle sonsuz ve nihayetsiz ruh hayatları ve âlemleri vardır ki oralarda varlıkların tek başına kalarak kendi durumlarına gene bizzat kendilerinin çeki düzen vermesi icap edeceği zamanlar ve anlar gelecektir. İşte kimseden ne bir fikrin, ne bir nasihatin, ne bir tesellinin ve ne de bir yardımın gelmediğini hissettikleri bu anlar, insanların tekâmülleri için muvakkat olan hayat safhalarından birer parçacıktır. Dünyada iken tam bir hürriyet içinde vicdanları ile baş başa kalarak onların direktiflerine uymak suretiyle kendilerini bu safhalara hazırlayamamış olsalar , bu hal karşısında çok büyük zahmetlere ve sıkıntılara düşeceklerdir ki bu da onların ruh hayatlarında azap ve işkence ile geçirecekleri birer merhale olacaktır.
Şu halde akıllı insanların henüz dünyada iken yapacakları en mühim iş tek dinin, her devirde İlahî bir lütuf olarak bahşedilmiş çeşitli irşat yolları ile vicdanlarını nurlandırmaları, bu nurlu vicdanlarının daima gelişen, gürleşen seslerini duymaları, onunla sık sık baş başa kalmasını öğrenerek o sesin gösterdiği istikametlerde ne pahasına olursa olsun yürümek cehit ve gayretini asla ihmal etmemeleridir. Bunun için insanların önüne her an çeşitli engeller dikilir. Ve bu engeller türlü türlü çehrelere bürünerek onu aldatmaya çalışır. Bazıları gûya kutsi ve dinî bir tavır takınır, bazıları insanın şehvani ve nefsani duygularını gıcıklar, bazıları da para, şöhret, mevki vs. gibi birtakım cazibeli hüviyetlere bürünerek insanı sımsıkı bağlamaya çalışır. İşte şeytan denilen şey, bu engellerin karşısında, insanı durduracak, yolundan alıkoyacak ya taassup ve cehalet, veyahut şahlanmış nefsaniyet ve ihtiraslardır. Zira bu bir çok başlı yılan, yani insanın içindeki bu şeytan, vicdanın en büyük düşmanı, en amansız bir katildir . Ve bu canavarı tahrik eden, bir kısmını yukarıda saydığımız engeller hakikatte, akıllı insanların elinde yüksek merhalelere ulaşmaya ancak birer vasıta olarak kullanılması icap eden birer tecrübe unsurudur ki biz bunlara, epröv diyoruz. İşte insanların dünyaya gelmelerindeki hakiki maksat da bu engelleri gaye edinerek onları, ayaklarına vurulmuş birer zincir yapmalı değil, İlahî gayeler yolunda birer geçici vasıta halinde kullanarak bu eprövlerde muzaffer olmanın yolunu tutmak fırsatını elde etmektir.
Allah insanları dünyadaki bu mücadelelerinde yalnız ve yardımcısız bırakmamıştır. Yükselmek ihtiyacını duyan ve Allah yolunu tutmak isteyen her insan, her devirde, her türlü irşada nail olabilir. İşte biz de bugün, yüksek ruh âlemlerinden almakta bulunduğumuz kıymetli tebligat ve ilhamlarla desteklenmiş olmaktan duyduğumuz bir haz içinde, yalnız bırakılmadığını duyanlar ve idrak etmek bahtiyarlığına ulaşanlar arasında bulunduğumuzu hissetmekle sevinmekteyiz.
Bu sevincin kapısı herkese açıktır. Vicdanını esaretten ve kökleşmiş kanaatlerin zorbalığından kurtarmak isteyen her iyi niyetli insan bu kapıdan içeri girebilir. Ve girdikten sonra çok yerlerde, asırlardan beri birbiri üzerine eklenen beşerî ve nefsani düşüncelerle bulandırılmış ve karartılmış tek dinin öğrettiği büyük ve ebedî hakikatlerin bir güneş gibi vicdanında parlamaya başladığını derhal hisseder . Bu his ediş, o güneşin mütemadiyen, ruhunda yayılan, bollaşan sevinç, neşat ve huzur verici ılık nurlarının saadetini ona tattırır. Ve böylece o, ilerlemekte olduğu İlahî yolundan zerre kadar ayrılmayan , Allah'ı kalbinden bir an bile çıkarmayan ve etrafındakilere mütemadiyen nur saçan kudretleri artmış, faal, faydalı ve mesut bir varlık olmanın yolunu bulur. Ve işte, ancak böyle parlatılmış vicdanlarının ışığı altında hareket eden insanlardır ki hangi dine mensup olurlarsa olsunlar, Allah, Hakikat yoluna ulaşmak bahtiyarlığına ermiş kişilerdir. Allah, yüksek âlemlerdeki varlıklarına emir ihsan buyurarak aydınlık isteyen her âciz ve muhtaç kuluna, bu yüksek varlıkların ilhamlarından bir parçacık nur nasip etsin. Onları bizim de kavuştuğumuz bahtiyarlığa kavuştursun. Ve gözlerini kamaştıran nurlara bakmak korkusunu insanlardan kaldırsın.
İnsanlar, elden ele tevdi edilerek yayılıp giden hakikat nurlarına böylece kavuşa kavuşa hakikatlerin Hakikati olan İlahî Kaynağa - kökleşmiş bazı müfsit ve menfaatlere dayanan batıl itikatları ve hurafeleri araya sokmadan - ruhlarını yaklaştırırlar. Bazıları için çok kolay olabilen bu hareket, yazık ki büyük bir ekseriyet için yukarıda bir kısmını yazdığım güçlükleri arz eder . Ve bu güçlükleri yenemeyen insan, temiz vicdanının aldığı iyi ilhamlarla görebildiği hakikat yolunun istikametlerinden sapıtır ve tehlikeli uçurumlara doğru adeta güle oynaya ve hatta kendisini tatmin edilmiş de sanarak, koşmaya başlar. Bu sırada ne yazık ki, o kendisini en üstün bir ilhamın tesiri altında, mahiyeti kendince meçhul ve müphem bir saadete doğru koşan yüksek bir hakikatin yolcusu sanır!.. Hakikatte bunların hali, dümdüz ve tertemiz bir yolda yürüyüp dururken yan bir sokak başında aldatıcı güzelliğiyle birden bire karşılarına çıkıveren küçük bir bahçenin cazibesine kapılarak, veyahut bin bir tehditle kendilerini o sokağa zorla sürüklemek isteyen bir canavarın korkunç pençesine takılarak vicdanının emri hilafına o temiz düz yolu bırakıp bu yan sokağa sapan insanların haline benzer. Fakat bu sokaklar belki uzun, meşakkatlerle yüründükten sonra tekrar dönülmesi icap edecek bir çıkmazdır ve belki de insanın kayadan kayaya çarpa çarpa çekilerek yuvarlanacağı ve paramparça olacağı korkunç bir uçurumdur.
Etrafında böyle her türlü nurlandırıcı vasıtanın bollukla mevcut olmasına rağmen, birtakım maddi ve dünyevi hesaplarla, kökünü hodkâmlık endişesinden veya bilgisizlikten almış vicdana karşı gelen isyankâr hareketlerle maddi huzuzatın doğurduğu ruh gevşekliğinin ihtiraslarına zebun olarak Allah yolundan ayrılanlar , bu yolun objektif ve hatta sübjektif safhalarında çeşitli sapıklık hallerinden birine düşerler. Bu halleri üç grup altında toplamak mümkündür:
1 — Allah'ı inkâr edenler veya ihmal edenler.
2 — Maddelerden, objelerden, yani nisbi ve izafi mahlûkattan bazılarının kendilerine Allah yapanlar.
3 — Bizzat kendilerinin Allah olduklarına veya günün birinde bu mertebeye varacaklarına inananlar.
Çok mühim gördüğümüz ve bilgisizlik, görgüsüzlük yüzünden birçok insanın masumane bir hüsnü niyetle yuvarlanmasına sebep telakki ettiğimiz bu tehlikeli kanaatler üzerinde biraz durmak ihtiyacını duyuyoruz.