Mutlak Mefhumu Hakkında

Beşerî idrakle, Mutlak hakkında bir şeyler söylemek icap ederse evvel emirde, Onun hiçbir şeyle, hiçbir tarzda ve yolda nisbet ve kıyas kabul etmediğini, Ona hiçbir kıymetin takdiri bahis mevzuu olmadığını düşünmek ve kabul etmek lâzım gelir. Bu düşünce üzerinde durdukça insanın duygularında bir şümullenme baş gösterir. Ve bu şümullenme ile mütenasip olarak insanda, Allaha doğru bir yönelme, bir kendini verme ve yükselme kudreti hâsıl olur. Ve bu kudret husule geldikçe de İlâhî duyguların kalpteki izleri derinleşmeye ve derinleştikçe şuurlanmaya başlar.

Kıyas ve nispet olunmak veya olunmamak ne demektir? Kendisinden gayrı olanla nispet ve kıyas kabul etmenin bir insan düşüncesiyle bulunabilen kıstaslarından bazılarını zikredeceğiz:

Birincisi: Nispet kabul eden, nisbi olan her şey bir sıfat taşımakla maluldür . Yani o şey, muhakkak birbirine nazaran derecelenmiş farklarla ayrılan birtakım hususiyetlerden ya bir ile ya da öteki ile vasıflanmaya mahkûmdur . Meselâ bir taş parçası nisbidir. Zira onda büyüklüğe nispeten küçüklük, beyazlığa nispeten siyahlık , yumuşaklığa nispeten sertlik... gibi birbirine kıyasen kıymet kazanan sayısız hususiyetler mevcuttur. Keza bir insan dediğimiz zaman yaşlılık, gençlik, basitlik, olgunluk, güzellik, çirkinlik, akıllılık, budalalık gibi birbirine nispet edilen sayısız vasıflar onda vardır. Böylece kemal, irade, kudret, bilgi, tahayyül, sevgi... gibi bütün manevi mefhumlar da nisbidirler. Çünkü bunlar da birbirine nazaran değişen derece farklarıyla kıyaslanırlar. Yani azlık, çokluk, basitlik, mükemmellik, yükseklik, alçaklık, şu veya bu gibi bir sürü nüanslar ve farklarla birbirinden ayrılan hususiyetlere göre bunlar kıymetlenirler.

İkincisi: Nisbi olan her şey zıddile veya mümasilile kıymet kazanır. Meselâ: Kâinatta aynı tondaki kırmızı renkten başka hiçbir renk olmasa, yani bütün kâinat baştan başa muayyen bir tondaki kırmızı renkle boyanmış olsa ortada renk mefhumu diye bir şey kalmaz. Keza dünyada fenalık diye hiçbir şey olmasa, yani iyilik mefhumu ile kıyas edilecek zıt veya mümasil başka bir mefhum kalmasa ortada iyilik diye de bir mefhum düşünülemez. Bunun gibi, birbirinden farklı kemal dereceleri mevcut olmasa kemal ve tekâmül mefhumları da ortada kalmaz. Mademki bir renk, bir iyilik , bir kemal mefhumu vardır , o halde bunlar nisbidirler. Daha doğrusu bunların kıymetlerinin anlaşılabilmeleri ancak bu nisbi durumlarla kâbildir .

Üçüncüsü: Nisbi olan her hâdise, her şey, her varlık kendisine nisbet olunan ve kendisiyle kıyas kabul eden diğer hâdiseler, varlıklar ve objelerle kıymetlenir ve hususiyet kazanır. Meselâ bir bulut ancak suya, havaya ve diğer binlerce eşyaya nispetle buluttur. Yani onun bulutluk hususiyetini biz ancak diğer varlıkların ve eşyanın hususiyetleri karşısında kıymetlendirebiliriz. Eğer bütün kâinat ve her şey buluttan ibaret olsaydı bulutun idrak edilebilecek hiçbir hususiyeti kalmazdı. O halde hususiyet alan, sıfatlanan her hâdise, her şey, her varlık nisbidir.

Dördüncüsü: Nisbi olan her şey, her hâdise, her varlık başka bir şeyde, bir hâdisede, bir varlıkta mevcut hususiyetlerin birçoğunun kendisinde bulunmayışı ile maluldür . Meselâ insan dediğimiz zaman taşta olan bir takım hususiyetler: Tam bir atalet, hissizlik, idraksizlik... halleri onda yoktur. Keza gül ağacında olan yapraklar ve çiçekler de onda yoktur. Nihayet, kedide olan biçim ve şekilden de o mahrumdur. Hatta diğer insanlarda mevcut zekâ, hamakat, cesaret ve korkaklık gibi ruh halleri veyahut beden şekil ve biçimleri de kendisinde aynı derecede ve tarzda bulunmaz. Ve hatta bizzat kendinin muhtelif zamanlarındaki ruhî ve cismani halleri bile birbirine uymaz. Demek ki nisbi olan hiçbir şey kusurdan ve eksiklikten azade değildir.

Beşincisi; nisbi olan her şey başka bir şeyde de mevcut olan hususiyetlerin, kendisiyle kıyası mümkün bir veya birkaçına maliktir. Meselâ taş serttir, demir de serttir. İnsan canlıdır, hayvan da canlıdır. İrade kuvvetlidir, hafıza da kuvvetlidir. Şu halde nisbi olan her şeyin mutlaka bir veya birkaç cepheden kendisinden gayrı şeylerden birçoğuna benziyen tarafları vardır.

Altıncısı: Nisbi olan her hâdise, her şey, her varlık, diğer hâdiselerin, şeylerin ve varlıkların ; kendisi üzerinde az çok bir değişiklik husule getiren tesirlerinden kurtulamaz. Bu değişiklikler doğrudan doğruya olsun veya vasıtalı olsun muhakkak husule gelir. Zira değişme ile müterafık olan teessüriyet hâli , nisbiliğin bir icabıdır. Meselâ bir taş parçası zamanla rüzgârların veya suların tesiri altında yontulur, şeklini değiştirir veya erir gider. Bir insan ruhu, ne kadar yüksek ve kâmil olursa olsun etrafında bulunan birçok insanların, varlıkların ve hâdiselerin tesiri altında bilerek veya bilmiyerek kalır. Ve bu tesirlerin şekillerine, derecelerine göre onun varlığında zamanla birtakım değişmeler vaki olur. Dünyalar birbirine tesir eder, birbiri üzerinde bir sürü değişmeler husule getirir. Atomlar birbirine tesir eder ve bir takım tezahürata sebep olur. Şu halde nisbi hiçbir şey yoktur ki kendisine tesir eden ve bu tesirin neticesinde kendi varlığında tahavvüller husule getiren başka bir şeyin tesirinden azade kalabilsin.

Yedincisi: Nisbi olan her şeyin, her hâdisenin ve her varlığın mevcudiyeti, ancak yokluk fikrine nazaran varlık kıymetini iktisabeder. Yani herhangi bir şeyin var olması, yokluğuna nisbetledir. O şey var olabildiği gibi yok da olabilir. Elimde tuttuğum şu kalem var, derken onun elimde olmaması imkân da bu varlık mefhumunda zımnen meknuzdur . Şu halde varlık yokluğa nazaran, yokluk da varlığa nazaran kıymet kazanan iki mefhumdur. " Var " başka türlü düşünülemez. Eğer kâinatta yokluk mefhumu zihinlerde mevcut olmasaydı varlık mefhumu da bahis mevzuu olamazdı. O halde nisbi olan her şey, kendi hakkında, varlık ve yokluk mefhumlarının çarpışmalarına hedef olmaktan kurtulamayan bir imkân sembolüdür.

Ve nihayet: Nisbi olan her şey değişmeye mahkûm kılınmıştır. Yani onun hiçbir zaman ebediyen aynı halde kalacağı düşünülemez. Bizim için hiç değişmez gibi görünen bazı şeylerin de bu görünüşleri zahiridir. Ve ancak bizim takdirimize sığabilen zaman kısalığının bir neticesidir. Kâinatta hareket mevcut oldukça ve hareketler birbirinin tesiratından azade kalmadıkça kâinat eczasının değişmezliği bahis mevzuu olamaz. Esasen kâinat bir bakımdan da bir hâdiseler müdilesidir ki, bu hâdiseler ancak mevcudatın hareketlerle kaim olan mütekabil tesirlerine ve alışverişlerine bağlı bir keyfiyettir. Ve bu da kâinatta illiyet prensibi gibi muazzam bir kanunun icabıyla taayyün etmiştir. Şu halde nisbi olan hiçbir şey, bu illiyet prensibinin şümulü haricine çıkarak ebedî bir değişmezlik hâli arz edemez . Zaman değişir, insan değişir, mekân değişir, hâdisat değişir, kâinat değişir , her şey değişir . Her şey nisbidir.

Bu mülâhazalardan sonra karşımıza şöyle bir sual dikiliyor: Şimdiye kadar söylediğimiz illetleri acaba Mutlak hakkında, Allah hakkında düşünebilir miyiz ? Bunlardan bir tanesini bile Allah hakkında düşünmek, Onun nisbiliğini kabul etmek, Mutlaklığını ve binnetice Allahlığını inkâr etmek olur. Ve bunu yapan insanın Allah'ı da nihayet yaratılmış, mahlûk bir puttan ibaret kalır. O halde:

Mutlak hiçbir sıfatla malûl değildir. Binaenaleyh Onda beyazlık, siyahlık, yaşlılık, gençlik, kemal ve kemalsizlik gibi hiçbir sıfat bahis mevzuu edilemez.

Mutlak, hiçbir şeyle mümaselet, müşabehet ve zıddiyet kabul etmez. Binaenaleyh Onun karşısında itibar kazanabilecek hiçbir kıymet, hiçbir mevzu düşünülemez.

Mutlak, noksanlık veya tamamiyet mefhumlarından münezzehtir. Zira noksanlığı ve tamamiyeti dahi O yaratmıştır.

Mutlak hakkında nisbeti ve kıyası bahis mevzuu olmayan hiçbir müessirin, Onun üzerindeki herhangi bir tesiri de düşünülemez. Zira bütün tesirler ve bu tesirlerin müessirleri, Onun evamirini taşıyan kanunlarının hâkimiyeti altındadır . Ve Onun tarafından yaratılmışlardır.

Mutlak hakkında beşerî kudrette anlaşılabilen yokluğa nispet edilecek bir varlık mefhumu bahis mevzuu olamaz. Ve bunun içindir ki, Onun varlığını hiçbir mahlûk idrak edememiştir, edemez ve edemeyecektir.

Mutlak hakkında değişmek, başka türlü olmak, yükselmek, alçalmak ve tekâmül etmek gibi mefhumların hiçbirisi düşünülemez ve bahis mevzuu edilemez.

Buraya gelince, bazılarının aklına şöyle bir fikir gelebilir: Peki ama Allah hakkındaki bu düşünceden sonra Onun Varlığına dair söylenebilecek hiçbir söz, düşünülebilecek hiçbir mefhum ve mevzu kalmıyor. Böyle şey olur mu? Elbette olur ya! Ve elbette öyle olacak! Onun içindir ki, Allah'ın varlığı hakkında insan ruhundan yükselebilecek en beliğ söz, Ona karşı duyulan sonsuz bir sevgi ile dolu hayraniyet duygusu içine dalarak susmaktır, deriz.

İşte kısır bir insan ağzıyla Mutlak hakkında söylenebilecek bir kelâm, Onun hiçbir kul tarafından ebediyen anlaşılamayacak Varlığının namütenahide birini böyle izaha yetmeyecek kadar böyle sıfır derecesinde küçük ve sönük kalır. Ne yapalım!... Belki bu sözlerden de bazı şeyler anlayacaklar veya hiçbir şey anlamayacaklar bulunabilir ve elbette bulunacaktır. Esasen O büyük Tanrıyı anladım, diyebilen kim olmuş ki, Onun hakkında âciz bir insan ağzıyla söylenebilmiş bu kadar küçük bir sözden dahi hiçbir şey anlamayacaklar bulunmuş olmasın !...

Spatyomdan kıymetli irşatlarda bulunan ilerideki ruh dostlarımızın da hiçbirisi Tanrı hakkında, arz ettiğimiz bu çok mahdut ve Onun ilâhî Kudretiyle asla mütenasip olmayacak kadar küçük görüş zaviyemizden daha geniş bir saha içinde dünya dilimiz ve anlayışımızla bizlere bir şeyler vermek ve anlatabilmek kudretini gösterememiştir. Çünkü bizler bundan ötesini anlayabilecek durumda bulunmuyoruz. Binaenaleyh bu kudretsizlik onlardan ziyade bizim beşeri kifayetsizliğimizin bir neticesidir.

Bununla beraber onların bu husustaki bilgilerinin de - ne kadar yüksek durumda bulunurlarsa bulunsunlar - Mutlak karşısında bir sıfırdan ibaret kaldığını ve kalacağını unutmamak lâzım gelir. Zira Mutlak, Mutlaktan gayri ile kabili izah ve kıyas değildir. Halbuki Mutlaktan gayrı bir Mutlak mefhumu bahis mevzuu olamaz.

Şu halde, tekâmül dereceleri ne kadar ilerlemiş olursa olsun, ne kadar yüksek ideal kemal mertebelerine ulaşmış bulunurlarsa bulunsunlar ve beşerî bütün idraklerin ne kadar üstüne çıkmış olurlarsa olsunlar, ruhların ve bütün varlıkların Mutlak hakkında, kendi seviyelerine göre ve nisbetle anlayışları farklı birer kıymet olduğu halde Mutlak karşısında bu kıymet kendi ifadelerine de nazaran sıfır noktasını aşmayan bir aczin ifadesi olmak mahkûmiyetinden kurtulamayacaktır. Bu hal bizim dahi kani olacak kadar akıl erdirebildiğimiz bir hakikattir. Nitekim çok kıymetli bir ruh üstadımızdan almış olduğumuz aşağıdaki tebliğ bu hususta okuyucu dostlarıma açık fikirler vermektedir.

ÜSTAD: (3/5/1936)

«B. R. — Mutlak, bir realite midir ?

«Üstad — Deminki sözlerimden anladığınız veçhile, bizim bildiğimiz realite nisbidir. Mutlak Realite, Halik hakkında düşünülebilir.

«B. R. — O halde bizlerin nisbi realitemizin Mutlak Realite karşısındaki kıymeti nedir ?

«Üstad — Sıfır... Nispet kabul etmez.

«B. R. — Nisbi realitelerin yüksele, yüksele günün birinde Mutlak Realiteye yaklaşması mümkün olacak mı?

«Üstad — Hayır... Yaklaşmak tabirini yakınına varmak manasına telâkki telakki ediyorsanız hayır.

«B. R. — Nisbi realitelerin Mutlak Realiteye ulaşması hiçbir zaman mümkün olmayacak mı?

«Üstad — Uluhiyet iktisap etmek olur.

«B. R. — Uluhiyet iktisap etmek olur, demek bu işin hiçbir zaman mümkün olmayacağı mı demektir ?

«Üstad — Evet.»

Üstadın bu tebliğinden on üç sene sonra başka bir muhitte ve evvelki medyomla hiçbir irtibatı, münasebeti ve tanışıklığı bulunmayan başka bir medyom vasıtasıyla ruh âleminden aldığımız başka bir tebliğde de aynı ifadeleri görüyoruz:

M. MOLLA: (27/9/1949)

«Ruhların izafiliği onların Mutlak olmadıklarını kendiliğinden isbat ediyor. Yoksa Mutlak olmak için Halik olmak lâzımdır.» Şimdi tekrar üstadın başka bir tebliğinde bu hususa dair geçen bazı kıymetli sözleri naklediyoruz:

ÜSTAD: (10/5/1936)

«B. R. — Veritelerin Mutlak Realite karşısındaki kıymeti nedir ?

«Üstad — Mutlak Realiteye yaklaşmanın imkânı olmadığını söylemiştim. Yalnız, O istikamete müteveccih olarak terakki mevzuu bahis olabilir.

«B. R. — Mutlak Realiteye nisbetle izafi realitelerin birbirine nazaran kıymeti nedir ?

«Üstad — Söylediğim gibi, Mutlak Realiteye nisbet olunacak izafi realite yoktur. Binaenaleyh Ona göre kıymet izafe edilecek bir mevzu bulunamaz.»

Üstad dediğimiz ve kendisine çok itimat ettiğimiz bu varlık, medyomlarımız vasıtasıyla ruh âleminde temasta bulunduğumuz varlıkların bizce en ilerde olanlarından birisidir. Bu kıymetli varlığın bile, Mutlak karşısında kendisini ne kadar küçük ve söz söyleyemeyecek derecede âciz durumda gördüğünü gene kendisinin aşağıya naklettiğimiz muhtelif tebliğleri bize birer ibret dersi verecek şekilde göstermektedir:

ÜSTAD: (24/5/1936)

«B. R. — Maddelerin gerek aşağıya, gerek yukarıya doğru mutlak bir nihayet noktası var mıdır ?

«Üstad — Mutlaktan bahsetmeyin. Benim iktidarım Mutlak 'a taalluk etmez.»

ÜSTAD: (6/2/1936)

«B. R. — Mutlak sıfır mevcut mudur?

«Üstad — Evvelce söylediğim gibi Mutlaktan bahsetmeyiniz. Bu gibi, maddi âlemin idraki haricinde kalan mevzular tarif edilmekle bir fayda temin edilemez.»

ÜSTAD : (12/7/1936)

«B. R. — Maddelerin kesafet ve seyyaliyet halleri arasındaki münasebeti temin eden kanun izafimidir, mutlak mıdır?

«Üstad — Mutlaktan bahsetmemenizi evvelce söylemiştim. Hepsi izafidir.» (19/9/1936)

«B. R. — Apsolü (Mutlak) ne demektir? 

«Üstad — Ondan bahsetmemenizi rica etmiştim.»