Allahı Anlamak Mümkün Değildir

Allah'ı anlamaya imkân yoktur. Yani Onu bizim zekâ kudretimizle veyahut herhangi başka bir ruh melekemizle tarif ve takdir edebilmemiz mümkün değildir. Burada biz, Allah'ı duymak ve tanımak tabirlerini kullanırken Onu, bir insan veya herhangi bir varlığı tanıdığımız veya duyduğumuz gibi az çok maddi bir idrakle müterafık tanımak veya duymak fiilini kastetmiyoruz. Hiçbir mahluk için böyle bir kudreti göstermenin bahis mevzuu olamayacağını defaatle tekrarlamış bulunmaktayız. Buradaki duygu, hiçbir tarife sığmaz. Ve bu öyle bir sübjektif ruh ameliyesidir ki onun dış âlemdeki objelerle ve hâdiselerle tahkiki ve tahakkuku kabil değildir.

Allah'ı insana duyurmak için evvelden tertiplenmiş bir formül de mevcut değildir. Bilâkis bu formüller, bu formaliteler çok defa yaklaştırmağa yaramaktan ziyade Ondan uzaklaştırırlar.

Allah yolunda sıkı bir inzibat altında çalışan teşekküllere de lüzum yoktur. Burada insanların birbirine yapabilecekleri en büyük yardım, duyanların ve bilenlerin diğerlerine yol göstermesi, suyun mecrasına ulaşmış olanların susayanlara hiç olmazsa bir katracık su verebilmesi, içindeki nuru duymuş olanların, gözleri henüz açılmış kimselere bu nurdan bir parça koparıp verebilmesi, şeklinde mümkün olur. Yoksa ne emir, ne kumanda, ne zorbalık tesiri altında veya ne de çeşitli süslü merasimin cazibesiyle İlâhî yola katılmak mümkün değildir. Buradaki bütün gaye, vicdanın emri muktezasından olan Allah'a iman ve Onu, öz varlığına dönerek duymak ve bütün efal ve harekâtını Onun muradının duyabildiği kadarına göre ayarlayabilmektir . Bunu hangi din, hangi yol, hangi düşünce ve duygu tarzı yapabiliyorsa o makbuldür ve lüzumludur. Ve illa bu gayeden en küçük bir zaviye ile inhiraf etmiş her hareket, her teşekkül, her telkin, her otorite ne kadar büyük isimlerle ve iddialarla ortaya çıkmış olursa olsun boştur, faydasızdır ve hattâ zamanla büyük bir beşer kütlesinin sinesinde geniş rahneler açabilecek kadar zararlı da olabilir . Beşeriyet bugün de olduğu gibi, böyle zararlara tarih boyunca sık sık maruz kalmış ve onun ıstırabını asırlarca çekmiştir.

Bir celsede Mevlâna Celâlettin Rumi hüviyetiyle gelerek çok kıymetli tebliğler veren ruh âlemindeki bir ruh dostumuza sorulmuş bu vadideki bir suale karşı onun verdiği cevap, yukarıdaki mülâhazatımızı desteklemektedir.

MEVLÂNA CELÂLEDDİN RUMÎ: (7/4/1948)

«Sual — Aşkı İlahiye ulaşmak için bir tarikata intisap şart mıdır?

«Mevlâna — Biz, tarikatı dinden başka tutarız. O din bize en büyük hakikati nasıl olsa ifşa eylemiştir. O hakikat de Allah'ın varlığıdır. Allah'ın varlığından daha büyük hakikat olamaz. Bunu vicdanımızdan soruyoruz. O vicdan ki ilahî mevcelerin makesidir. Ve onun için «hak bende» demişlerdir.

«Gerçekten, Hak Müebbet bir Mutlakıyettir. Onun anlaşılması asla nasip olmayacaktır. Fakat gene her şeyde O vardır.»

Burada «Mevlâna» her şeyde gene O vardır, derken maddi bir düşünce ile Allah'ı teşahhus ettirip Ahali, veya Onun zerreleri her şeyin içine girmiştir, demek istemiyor. Yanlış anlaşılmaması muhtemel olan bu ifade üzerinde durmak lüzumunu bunun için hissettim. Burada, Allah her şeyde vardır, derken kastedilen mana şudur: Allah'ın kudretinin ermediği, nüfuz etmediği, hükmedemediği hiç bir şey yoktur. Ve kâinat Onun ilahî muradının ve hükümranlığının dışında kalmaz. Bu manaya göre her şeyde Onun kudretinin âsarını görmek, her varlıkta Onun muradının hükümranlığını hissetmek, ruhların tekamülleri ile mümkün olan bir hakikattir. İşte her şeydeki Onun varlığının manası budur. Yoksa Allah, haşa, parça parça olmuş da kâinatın bütün eczasına nüfuz etmiş veya o eczayı kendi vücuduna meydana getirmiş gibi bir mana düşünülmemelidir. Böyle bir düşünce ancak üç buutlu realiteye dâhil geri dünyamız gibi kesif dünyalardaki iptidai ve maddi bir idrakin mahsulü olabilir. Şimdi gene ruh dostumuzun sözlerine devam ediyoruz. 

«Biz dinî taassup ve suveri saire ile bozulmuş ruhi ahengin yollarımızı kapamaktan fariğ olması için kendi benliğimizden taşmayı tarikat bildik.

«Nerede olsa Allah'layız, fakat hiç bir yerde dünya ile değiliz. Bu yolların hiç birisi Rabbin varlığını ispattan öteye varamaz.»

Herkesin ilk hamlede kolayca anlayamayacağı kadar şümullü olan bu sözlerle açılabilecek binlerce kapı bulunur. Fakat bunların ancak pek azı insanı, o sözlerin istihdaf ettiği hakikat ışığına ulaştıracak bir yolun girizgâhı olabilir. Diğerleri ise bilâkis bu sözlerde saklı manaları zulmet bulutları içinde karartmaya hazırlanmış, dipleri meçhul uçurumların birer başlangıcı olur. İşte ruh dostumuzun yukarıdaki kıymetli sözlerinin de böyle yanlış fikirlere yol açmamasını temin arzusuyla bilhassa onun son cümlesi üzerinde gene durmak mecburiyetini hissetmiş bulunuyorum.

Böyle kıymetli varlıklardan şimdiye kadar aldığımız tebligat üzerinde yapmış olduğumuz uzun tetkikatın bize kazandırmış olduğu tecrübeye dayanarak, bu ibarenin kastettiği mananın şu maalde olduğunu arz etmek isteriz: Bu yolların tek gayesi ve yapabileceği tek şey ancak, Allah'ın varlığı hakkında ruhların duygu kabiliyetlerini hazırlamaktır. Yoksa Tanrı'nın herhangi bir maddeyi ispat eder gibi ispatının kabul olmayacağı hakikati şöyle dursun, hatta Onun varlığını, herhangi bir nesneyi ve mefhumu anlar gibi maddi manada anlayabilmek dahi bahis mevzuu olamaz.

Maddi isbat diyince, umumî anlayışa göre insanın aklına muteber bir takım hassî ölçüler, miyarlar ve kıymetlerle kıyas ederek bir şeyin mevcudiyetini tespit ve takdir etmek gelir. Halbuki yukarıdan beri arzettiğimiz gibi bir İlâhî mefhumun hassî yollardan, yani objektif faaliyetlerle tetkikine imkân olmadığı zaten belirtilmişti. Ve burada Mevlânâ'nın sözleri de Tanrı'nın objektif değil, sübjektif ruh faaliyetleriyle ispatını ifade etmektedir. İş böyle olunca «İspat» tabirinin mutat maddi manadaki delâletinin burada yeri kalmaz.

Şu halde burada geçen ispat kelimesinin hakiki manasına göre bu sözde ruhun dışardan örnekler alarak değil, kendisinin gene kendisi tarafından ikna edilmesi , yani öz varlığında cereyan edecek bir faaliyetten sonra Allah hakkındaki imanının teessüsü bahis mevzuudur ki yukarıdan beri arzede gelmekte olduğumuz sübjektif ruh faaliyeti yoluyla Allaha yaklaşmak , Onu duymak fikrinin bu da başka bir ifadesidir. Bu izahattan sonra tebliğe tekrar devam edebiliriz:

«Halbuki gaşyi ilahî insana ne öğüt, ne merasim, ne şu, ne bu ile gelemez.»

Burada Mevlâna sual soran zatın doğrudan doğruya sorusuna temas ederek, insanın Allaha yaklaşmasının herhangi bir tarikata sülükle mümkün olabileceği, zihabını tashih etmek istiyor. Ve şöyle devam ediyor:

«Gaşyi İlahî bir sestir ki kulaktan vicdanlarda çınlar. O, bir nefestir ki bütün eczamızın hayatiyetini idame eder. O, bir rüyadır ki hakikatlerimizin en ulvisidir ve o rüya güneş altında daha vazıh görünür. O, bir biintihardır ki bütün ruhlar ve ruhtan daha üstün nihayetsiz varlıklar tarafından namütenahi tazim ve tebcülerle anılır. Halik, bu itibarla size en doğru yolu nasip etsin . Allah, O, bizim erişemeyeceğimiz ebedî bir arzudur.»

Yukarıdaki güzel ve derin sözler insanın, hiçbir bir dış tesir altında kalmadan, hiçbir otoritenin emir ve kumandasına kendisini tabi ve esir sanmadan vicdanını bütün hürriyetiyle kabul ettiği gibi, Allah'ı duyması ve Ona iman etmesi lâzım geldiğini ve bunun için de lüzumlu olan kudretleri gene kendi öz varlığında arayıp bulmak cehit ve gayretini göstermesi icap ettiğini açıkça anlatmaktadır ki dünyamızda böyle bir hakikat ancak bu kadar açık bir dille anlatılabilir. Ne mutlu bunu anlayana.

İç duygularını nazarı itibare almadan Allah hakkında, objektif kıymetlere dayanarak yalnız zekâ yoluyla , beklenilen ve arzu edilen neticeye varmak mümkün olmaz. Yani yalnız düşünce mahsulü olarak Allah hakkında bulunmuş ve söylenmiş fikirlerin hiçbirisi Ona lâyık bir kıymet arz etmez . Bunların hepsi ancak; bizim eşya, hâdiseler ve âlemler hakkındaki bilgi ve sezişlerimizin dar hudutları arasında mahsur kalmış bir anlayışın ifadesi olabilir. Halbuki O; bütün bu hâdiseleri, eşyayı ve âlemleri yaratan, varedendir. Varedilmiş eşya, hâdisat ve avalim hakkında bir bilgisi sıfır olan bir insanın, bu topal yürüyüşü ile o görülen eserlerin daha milyarlarcasını vareden bir kudreti bir obje gibi, dünyalarda mevcut bir madde gibi tanıyıp tarif edebileceğini farzetmek bile abes bir iş olur. M. Mollâ'nın aşağıdaki sözleri bu düşüncemizde bizi takviye etmektedir:

M. MOLLA: (20/3/1950)

«Bütün feyizleriniz, var oluşunuzdan başlayarak ilelebetliğe kadar bir müessirin eseridir. Sair âmiller bu irade etrafındaki tali rükünlerdir. Ve size «esas» görünenler bir öncekinin tali zuhurlarından başka bir şey değildir.

«Allah ezelî ve ebedidir, dendikçe bunların, ancak kendi ölçülerinize yaklaştırılmış, mustar kalındığı için bizzarure söylenmiş sözler olduğunu anlamalısınız. Yoksa uluhiyetin hiçbir sıfat ve ölçü ile ve bizzat şuur ve nefsani kudretinizin birleşmesiyle de beşerî bir manaya inkılap edecek bir «yaratıcılık sureti» bahis mevzuu olamaz.

«Âlemlerin yaradılış ve seyirlerine dair ne bilirseniz Tanrı'ya giden yol hakkında da ancak o derece feyiz sahibisinizdir. Şu halde bir insan için en verimli çığır, işte bu derin sükûnete müstağrak sonsuzluk ve mesafeler sezişine kalben dönebilmektedir .»

Muhterem dostumuz, Allah'a yaklaşmak ve Onu duymak idealinde objektif dediğimiz araştırma yolundan sübjektif yola geçmenin ne kadar lüzumlu olduğunu bilhassa son cümlesiyle açıkça tebarüz ettirmiş bulunmaktadır. 

«İnsan külli kudrete sahiptir, cüzü de bundadır.

«İnsan ebedidir, fena da bundadır.

«İnsan şuurludur, istiğrak da bundadır.»

«Yalnız, insanda bir şey yoktur: Uluhiyetle iştigal takati...»

Bizim evvelce söylediğimiz (1) ve yukarıda M. Molla'nın dediği gibi, hakikaten kudretin küllisi de, cüzisi de insandadır. Mutlakta bu manada bir kudret düşünülemez. Yani Onun kudretinin bizim anladığımız veya anlayamadığımız kudret şekillerinden hiçbirisiyle münasebeti bahis mevzuu olamaz Ve o kadar olamaz ki bu bahis mevzuu olmayışlık , Mutlak hakkındaki her şeyde olduğu gibi bizim ebedî anlayışsızlığımızın, tarif ve tavsifteki imkânsızlığımızın tam bir ifadesi yerine geçer. Nitekim bu işi esasından ele alan M. Molla, yukarıdaki sözlerinin son cümlesinde: İnsanda her şey vardır, yalnız bir şey yoktur: o da Uluhiyetle iştigal takati, diyerek meseleyi kökünden halledivermiş oluyor ki biz de bu söze bütün varlığımızla inanmış bulunuyoruz. Şimdi ruh dostumuzun tebliğine devam ediyoruz:

14 üncü sayfaya müracaat.

«Bu takdirde siz, en büyük isteğinizle de cüret eyleseniz en küçük bir ıttıla'a erişemezsiniz. Yalnız : «Allah büyüktür, diyiniz: Büyüklük, hudutlardan öte bir idrakse.

«Allah vardır, diyiniz: Bu varlık bütün âlemlerin, tekevvünün -varlığından üstün bir mefhum ise.

«Allah ezelî ve ebedidir, diyiniz: Eğer zamansızlık içinde söylenmiş ise.

«Allah kaadirdir, diyiniz: Kudretinizin ve bütün iktidarların aciz karşılığı olmayacak bir anlayışa erişen hususiyeti içinde düşünebilmişseniz .

«Rabbaniyet size büyük bir teneffüs vermiştir: gökler. «Size yüksek bir cevelan vermiştir: bütün mesafeler.

«Size düşünmek, duymak ve tahayyül etmek hassaları vermiştir: varlığın esrarındaki ilahî kastı bildiğiniz nisbette...

«Hiçbir duruş, hiç bir tuzak, hiç bir bahane ile bağlı değilsiniz : hürriyetlerin en güzeli, en sonsuzu, en şartsızı Ondandır.

«Zevklerin en derini, en tükenmezi Ondan, şuurun en yorulmaz ve uyumaz olanı gene Ondan.

«O dilediği için bir parıltıyı bir anda tasavvur yaptı. O bildiği için siz de öğrendiniz. O verdiği için siz de istediniz. O andığı için siz de konuştunuz.

«İnsan ! Sonsuz meserret ve satvet dolu insan!... Ne bahtiyar, ne ulu, ne lâyetenahi şanın var!...»