Allah Yolunda Objektif Ve Sübjektif Ruh Faaliyetlerinin Kıymeti

Buraya kadar söylediklerimizden şu netice çıkar: İnsanın, bir tek dünya hayatında olduğu gibi bütün ruh hayatının muhtelif maddi safahatında da bahirinden daha mütekâmil ve şümullü idrak ve şuur hali arzeden çağları mevcuttur. Hiçbir varlık, tabiatta hâkim olan tekâmül kanununun bu icabından azade kalamaz.

Fakat nasıl ki, bir tek dünya hayatında, insanın ancak etrafındaki şeylere ve hâdiselere ve bunlarla kendisi arasındaki münasebetlere dair tedricen artan bilgisi ve vukufu nisbetinde öz varlığı hakkındaki şuur ve idraki genişlerse öylece, bütün ruh hayatı boyunca geçen muhtelif tekâmül safhalarında da o; kendi öz varlığına, öz varlığının bağlı bulunduğu müteal mefhumlara ve İlâhî duygulara ancak dış âlemle, maddelerle, tabiatla temas ede ede ve onlar içinde yaşıyarak yoğrula yoğrula edineceği çeşitli görgü ve tecrübelerden mütevellit genişleyen şuuru ve idraki nisbetinde nüfuz edebilir ve onlar hakkında ıttıla sahibi olmak liyakatine erişir. Yani evveldenberi tekrarladığımız gibi, sübjektif yüksek ruh faaliyetlerine ancak objektif ruh faaliyetlerinin hazırlayıcı ve yetiştirici yardımlarıyla ulaşılabilir. Zira böyle objektif hayata ait çalışmalarla hazırlanmamış, yetişmemiş ve lâzım geldiği derecede kuvvetlenmemiş bir ruh, sübjektif hayatının müteal faaliyetlerini temine yarayan büyük kudretlerini harekete getirmek imkânına henüz varamamış bir durumda bulunmaktadır. İşte böyle yetişmemiş, tabiat, kâinat ve mahlûkat hakkındaki görgü ve tecrübesi lüzumlu inkişaf safhalarına varamamış bir insan ruhu, eğer yalnız henüz basit bir hayat safhasında kalmış sübjektif duygularıyla yetinir ve gerek kendisi, gerek Allah hakkındaki marifeti bu duyguların mahdut sahasında aramaya kalkışırsa muvaffakiyet elde edemez. Zira sonsuz, erişilmez ve bütün hudut mefhumundan azade olan müteal mefhumlara, avuç içi kadar daralmış bir ruh hali içinde ulaşılamaz. Ve böyle yapmaya kalkışanlar, o dar duygu ve idrak sahaları içinde durgunlaşmış, tenbelleşmiş ve kâinatta hiçbir işe yaramaz hale düşmüş kişilerden olurlar.

Halbuki ilahirıza ve muradı taşıyan Allah'ın kanunları hiçbir ruhun böyle bir durgunluğunu ve ataletini tecviz etmez ve böyle idealleşmiş bir hodkâmlığa asla müsaade eylemez. O halde böyle bir hareket Allah yoluna girmek değil,bilâkis ondan koşarak uzaklaşmak olur. Bütün hayat boyunca yapılan itikâflar, terki dünyalar, inzivalar ve merdümgerizane her türlü ibadet şekli, hangi din ve hangi mezhep namına yapılmış olursa olsun, Allah yolu değildir!..

O halde insanın, hakiki mana ve şümulüyle öz varlığına dönebilmesinin, Allah'ı duyabilmesinin, Allah'ın iradesine her şekilde uygun, mesut ve bahtiyar bir varlık olabilmesinin doğru yolu, yani sıratı müstekimi vardır. Bu yolun kapıları, insanın kâinatta geçireceği muhtelif maddi hayatlarındaki tekâmül safahatının icabatına uyarak, etrafındaki hâdiselerle, varlıklarla, Allah'ın muradına ve rızasına mutabık şekilde vaki olacak devamlı münasebatına ait her türlü faaliyette bulunabilmesi lüzum ve zaruretlerinin tahakkuku nisbetinde açılır..

Varlıklar bu objektif ruh faaliyetlerinde iki tarzda yaşarlar. Bunlardan birisi, mahlûkatın ister istemez, otomatikman sürüklenmesini intaç eden zaruri bir itiş halinde vaki olur. En iptidai varlıktan insana gelinceye kadar bu hâl, bütün hayat sahiplerinin herkesçe malûm olan zaruri hayat icaplarını meydana getirir: Bir ot parçası, içinde bulunduğu bataklıkta ister istemez yaşamak mecburiyetinde kalır. Bir araba beygiri, ister istemez bağlı bulunduğu arabasını sürüklemek veya sırtındaki ağır yükün altında hayatının sonuna kadar ezilmek zorunda kalır. Herhangi bir insan ister istemez içinde bulunduğu bir sürü, akıl ve hayale gelmez manialar, engeller, güçlükler içinde yabancı iradelerle pençeleşe, pençeleşe ve ekseriya onlar karşısında mağlûp olarak boynunu eğe, eğe yaşamak zaruretini duyar. İşte bütün bunlar o nebatın, o hayvanın, o insanın -istesin istemesin- İlâhî kanunlar mucibince tekâmül yolunda zorla ilerlemesi zaruretinden ileri gelmiş hallerdir ki, bunun önüne kimse geçemez. Fakat bu tekâmül, duraklamak bilmeyen bu yürüyüş, varlıklar için mukadder ezelî ve ebedî bir tekâmül yoludur ve o, her varlığın olgunluk derecesine göre ayarlanmış muayyen bir seyir süratine maliktir. Ancak, insanlara gelince vaziyet değişmeye başlar. Ve insanlarda dünya şuuruna lâhik birtakım yüksek iradi ruh faaliyetleri başlar. Ve onlar bu faaliyetlerinde tamamıyla serbest bırakılmış bulunurlar. Bilhassa tahayyül kudretleri ile mütemayiz bulunan bu hayat safhasındaki ruhlar, mesuliyet duygusu ve idrakile yürüyecekleri yolları bizzat kendi elleriyle çizerler. Bu yolların istikametleri yukarılara doğru yükselebileceği gibi, aşağılara doğru da inebilir. Yukarılara yönelmiş istikametleri tayin eden iradeler serbesttirler, her türlü engelden ve maniadan muvaffakiyetle kurtularak faaliyetlerine devam edebilirler. Fakat aşağı istikametleri tayin eden iradeler, serbestliklerini ancak muayyen bir hadde kadar kullanabilirler. Bu had yukarıda bahsettiğimiz, nebat ve hayvanlarda da müşterek olan tabii tekâmül yolunun kenarında durur ve onu daha aşağıya doğru tecavüz etmez. İşte bu zoraki tekâmül yoluna düşen insan iradesinin serbestliği o anda daralmaya başlar. Ve o zaman o, istediği gibi bu aşağı doğru inen yolunda yürüyemez. Ve kendisini tekrar yola getirici halâskâr âmillerin tesiri altına girer ki, bunların başında vicdan ve vicdanın hazırlamış olduğu ıstıraplar ve azaplar gelir. Şu halde insanlar, Allah'ın düz yolundan, yani sıratı müstekimdenayrılmaya başladıkları anda bu sapıklıklarını kendilerine ihtar edici bir müş’irle, yani vicdanla silâhlandırılmışlardır. Kendisini çiğneyip geçmek isteyenlere karşı bir an gelir ki, bu vicdan, dayanılmaz bir cehennem olur ve alevlerinin üzerinde kaldırarak yükselttiği insanı tekrar doğru yola yani sıratı müstekime ulaştırır.

Vicdan ruhun iyiyi kötüden, yani İlâhî kanunlara muvafık olanı aykırı olandan tefrik ve temyiz etme melekesidir ki, bu meleke, insanlık âleminde ruhun en yüksek, en hayırlı ve kurtarıcı, irşat edici bir kudretidir. İşte akıllı insan, bu hakikatleri görebilecek bir inkişaf ve tekâmül seviyesine ulaşmış insan, evvelâ vicdanının antenlerini, Allah'ın emirlerini taşıyan yüksek ilhamlara açarak onun hassasiyetini arttırmağa ve sesini gürleştirmeğe çalışır. Ondan sonra da o sesin gösterdiği istikametten zerre kadar ayrılmadan, dünyada kendisine düşen vazifeleri yapar. Ve bu suretle o büyük kurtarıcısının yakasını bir an bile bırakmaz. Onun sesiyle dolan ve açılarak genişleyen ufuklar vüsatınca; yürüyerek değil, koşarak değil, uçarak değil, yıldırım süratiyle hamle ederek Allaha doğru koşar ve gayesine ulaşır. Ve illâ, yani velevki en küçük bir ihmal ve tekâsül neticesinde bile olsa vicdanının yakasını bıraktığı anda bütün ufuklar kararır, yarı karanlık görünen yolların istikametleri kararsızlık, ümitsizlik ifade eden meçhulâtla dolu boşluklara doğru açılır. O zaman insan nereye, hangi adımını atacağını bilemez‘olur. Ve etrafında ağızları açık duran binlerce karanlık kuyudan ve uçurumdan herhangi birisine yuvarlanmak tehlikesiyle kucak kucağa gelir, insan, vicdanının gösterdiği istikâmette adımlarını atarak, içinde yaşadığı tabiat hâdiselerini, hayatın binlerce tezahürlerini ve hemcinsleriyle olan münasebetlerini, vicdanının emrine göre karşılar ve kendi ef'al ve harekâtını Allah'ın rızasına uygun iyilik, güzellik ve doğruluk ile ayarlarsa o insan Allaha yaklaşmanın imkânlarını bulmuş olur. Ve o insan, nefsaniyetinden mütevellit her adımda önüne dikilecek engelleri çiğneyip geçmek için bütün ruh kudretlerini faaliyete geçirmeye, seferber hale koymaya muktedir fedakâr bir kahraman haline girer.

Bütün bu sözlerden anlaşılıyor ki, en küçük bir ot parçasından itibaren en yüksek bir insan varlığına kadar uzanan ruhların dünyadaki hayatları esasen bir Allah yoludur. Hayat Allah yoludur. Ruhların maddeler arasında geçen hayat safhaları ise Allah yolunun objektif cepheden, ruhların göstermeleri zaruri olan birer faaliyet sahasıdır. Bu hayat safhalarında şuurla, idrakle ve bilhassa süratle yol katetmek isteyenlerin her şeyden evvel kalblerini ve düşüncelerini bütün kötülüklerden temizlemiş olmaları, dünyaya ait fena itiyatlardan mütevellit levsiyatla bozulmaya yüz tutmuş ruh nezahatini kazanmağa çalışmaları lâzımdır. Bunun için de Allaha karşı daima özleyiş ve iştiyak duyarak, Onu kalbinden hiçbir vakit çıkarmayarak ve her işinde ancak Onun rızasınauymayı kendisine şiar edinerek insanın dünya işlerini tanzim etmesi ve çalışması lâzımdır. Bu suretle hareket eden insan, diğer insanlara karşı her türlü fenalıktan, onları mutazarrır edici hareketlerden, hodkâmca kötü düşüncelerden çekinir ve kendi nefsi kadar, hattâ ondan daha ileri istekle başkalarını korumasını, zaif ve aciz olanlara her türlü fedakârlığı ihtiyar ederek yardım elini uzatmasını, herkesin iyiliğini kendi iyiliği gibi özlemesini ve başkalarının saadetinden sevinç, felâketinden ıstırap duymağa kendisini alıştırmasını -ihmali caiz olmıyan- bir vazife, hattâ bir zevk bilir. İşte Allah yoluna ancak bu kapıdan girilir. Diğer kapılar varlıktan gene ergeç bu kapının açıldığı yollara çıkarmakla beraber çok çetin, dolambaçlı, uzun ve yorucu labirentler halinde karışık ve cesaret kırıcı yollara açılır. Allah böyle dolambaçlı yollara, labirentlere saptırmadan, bu büyük ve ebedî saadet yolunun sevinçli yolculuğuna doğrudan doğruya koyulmak kudret ve ilhamlarını bütün insanlara nasip etsin.

Burada bize büyük bir ilham kaynağı olan ruh dostlarımızın tebligatından Mustafa Mollaya ait bir parçayı sevinçle okuyucularıma bildiriyorum:

MUSTAFA MOLLA: (9/12/1948)

«İnsanla Allah arasındaki hâdiseler tektir. O da, birbirini anlayan iki yüksek varlık halinde müebbeden bir ahengin tahakkukuna çalışmaktan ibarettir.»

M. Mollanın bu sözleri ilk nazarda şimdiye kadar söylediklerimizle tezat teşkil ediyor, zihabım bazılarına verebilir. Ve onlarda Allah ile insanın birbirine nisbeti bahis mevzuu oluyormuş, hissini uyandırabilir. Fakat hakikatte iş böyle değildir. Yani M. Molla bu sözlerinde Allah ile insanı hiçbir vakit bir kıyas mevzuu yapmak istememiş ve kısanı Allaha karşı mütekabil alışverişlerde bulunabilecek bir varlık halinde kabul ederek bu sözleri söylememiştir. Esasen tebliğin aşağı kısımları bunu açıkça göstermektedir. Buradaki mana, insanın İlâhî yoldan ve murattan ayrı ve müstekil bir hayat fonksiyonuna malik, kâinatta başıboş bir varlık olmadığını, bilâkis onun bütün ruh faaliyetlerinin, tabiat kanunlarıile tecelli eden ilahi murada bağlanmış bulunduğunu ve bunun dışında hiçbir kıymet kazanamayacağını tebarüz ettirmektedir. Yani madde kâinatının İlâhî kanunlara göre taayyün etmiş nizam ve ahengi içine, serbest iradeler ile ve faal durumları ile insanlar, daha doğrusu ruhlar da karışmışlardır. Ve burada bu nizam dışında ruhların herhangi bir harekette bulunabilmeleri asla bahis mevzuu olamaz. Tebliğe devam ediyorum:

Allah'la hiçbir fert yanyana bir kıyas rüknü olamaz. Ama, nasıl söyleyelim: Aranızda da desem gene olmuyor. O halde Allah ile kul arasındaki ruhani yollarla devam eden yüksek münasebetlerin teessüsü bir hayli şuuri tekemmülden ziyade bir büyük idrak vetiresine sahip ve ondan daha üstün bir his ünitesine malikiyettir.

«Cemiyetin de fertler gibi birer inancı veya inkârı olabilir. Kadim Yunanda tabiatçılık mezhebi yegâne felsefe idi. Bunun neticesinde*’insanın, üstünlüğe doğru atılmakta olan şiarı tefekküre hız vermemiştir.»

Burada M. Molla bize bir tarih dersi vermekten ziyade bir hakikati ifşa etmek için kadim Yunan'dan bahsetmiştir. Ve bu hakikat de işte şu anda bizim ısrarla üzerinde durduğumuz mevzunun ta kendisidir: Yalnız tabiata, yani objektif araştırma yoluna saplanıp bütün hakikatleri ve hakikatlerin mucidi olan Allah'ı orada arayıp bulmaya çalışmak, insanın bu iş için lüzumlu olan yüksek ruh kudretlerinin faaliyetlerini köstekleyici bir hareket olur. Devam edelim:

«Ondan önceki devre de serâpa his ve hayalden ibaretti. Görüyorsunuz ki, tek başına ne o, ne de bu... Gerçek, ancak belki bütün bunların yekâhenk şiarında tecelli eder.»

İşte muhterem dostumuzun bu son sözleri tamamıyla bizim inandığımız bir mefhumun ifadesidir. Yani tek başına tabiat yolu insana beklediği faydayı temin edemeyeceği gibi, tek başına his yolu, yani sübjektif araştırma yolu da aynı şekilde onu umduğu yola götüremez. Ve tam randıman ancak bu iki yolun ahenkli ve tertipli şekilde birbirleriyle kucaklaşarak istikametini Allah yoluna doğru yöneltmiş olmasıyla elde edilebilir. Tebliğe gene devam ediyoruz:

«Eğer sadece tabiatı kurcalamayıp da hisleri ve hayalleri de birer muvazene unsuru olarak ele alsalardı, Yunanlılardan sonra gelen bütün milletler daha üstün bir me’haza, bir medeniyet eşiğine vasıl olabileceklerdi. Fakat ne yazık ki, semalar nispetinde nihayetsizleşen Yunani tahayyül, bir zaman geldi ki, toprağa bakmaya ve ondan zevk ve istimdat ummaya koyuldu. O, bütün ilâhları dünyevi itiyadat ile muttasıf sayıyordu. Ve onun içindir ki, semaları bile dünyevi motiflerle tezyine kalkıştı.»

İşte acı bir hakikatin açık ve hakimane ifadesi budur. Yunanlıların ve ona benzer eski medeniyet sahibi milletlerin, Allah hususunda toprağa, taşa ve dünyaya ait beşeri telakkilere ve bundan doğan maddi idraklere kapılmalarının acı ve ağır neticeleri, asırlarca süren putperestliğin her türlü şeklini desteklemiştir. Ve böylece bu medeniyetler, bazı insanların saplanmış oldukları zararlı fikir ve duygu bataklıklarından kurtulabilmelerinde, onlara medar olacak yardımda bulunamamıştır. Halbuki Mustafa Molla dostumuzun dediği gibi, hisleri ve hayalleri büyük inkişaflara müsait bulunan eski medeniyet sahipleri, eğer hedeflerini iyi görebilmiş olsalardı, yani tabiatta karşılaştıkları eşya ve hâdisatla duygularını ahenkli şekilde birleştirerek Allah yolunda kullanabilselerdi bugün beşeriyetin çehresi daha mesut ve daha mütebessim görünürdü. Bereket versin ki, araya karışan büyük dinlerin insanlara, ancak kabiliyetleri ve anlayışları nisbetinde gösterebildikleri hakikat yolları, insanların daha büyük sukutlarını önlemiş ve bizlere de bugün hiç olmazsa bu kadar bir konuşma imkân ve serbestliğini vermiştir.

Tabiatı tetkik etmekle insan, orada Allah'ın yüksek kanunlarının, yani iradesinin tecelliyatını görür. Bu görüş ise tedricen onun öz varlığını olgunlaştırır. Ve öz varlığını olgunlaştırdıkça da Allah'ı durmak ve Ona evvelce mütalâa ettiğimiz manada yaklaşmak imkânını kazanır ki, bu da onun en kestirme yoldan gerçekleşen tekâmül safhalarının bir ifadesi olur. Binaenaleyh, iç varlığını zenginleştirmek ve olgunlaştırmak isteyen insanın, Allah'ı iç varlığında duymak iştiyakını ve aşkını taşıyarak gözlerini tabiata çevirmesi ve tabiatı büyük bir ibret gözüyle temaşa ederken, ruhunun bütün kudretleriyle onun nizam ve ahengine uymak cehit ve gayretini göstermesi ve bu hâli kendisine büyük bir zevkle itiyat edinmesi ona öyle yüksek dersler verir, öyle yüksek duygular ve bilgiler kazandırır ki, bunu hiçbir kitaptan okuyup öğrenmek mümkün olmaz. Fakat tekrar ediyorum, bu iş, yani tabiatın tetkiki faaliyeti, Allah'ın varlığını isbat etmek veya Allah'ı tabiattaki eşyanın içinde arayıp bulmaya çalışmak veyahut Allah'ı o eşyanın şekil ve suretlerine göre tayin ve tarife kalkışmak gibi bâtıl, yanlış ve sakim bir düşünce ile yapılırsa netice, evvelce de uzun uzadıya söylediğim gibi sapıtmak olur. Bilâkis, tabiat bir taraftan beden gözüyle görülürken, diğer taraftan da ruh gözüyle müşahede edilecek, orada Allah aranmıyacak, fakat İlâhî muradın, İlâhî kudretin, İlâhî kanunların sonsuz tecelliyatı görülecek, duyulacak ve bu görgü ve duygu üzerinde durulacak, fakat bu durgunluk asla pasif, âtıl, tembelce ve haylazca bir zevklenme duygusu hâlinde olmayacak , bilâkis dış âlemde, kâinatta görünen büyük ve aklın alamıyacağı kadar tertipli, nizamlı ahengin hayraniyeti içinde insan kendisinin de aktif bir varlık olduğunu idrak edecek ve bu idrakle, bu kevnî ve İlâhî ahenk içindeki vazifelerini ve mesuliyetlerini duyacak ve dünyada âvâre, nefsani zevkler ve eğlencelerle geçen ciddi faaliyetlerden azade bir tek saatinin bile mevcut olmadığına inanacak ve hemen işe koyularak Allah'ın kâinat ahengini temin eden büyük kanunlarının şu küçük dünyamıza ait kısımlarından kendi hissesine düştüğü kadarki icabatını gene kendi iradesiyle yerine getirmeye uğraşacak ve bunun için de hiçbir engel, hiçbir nefsani cazibe veya hırs karşısında gerilemeyecek , korkmayacak , yılmayacak , yorulmayacak ve durmayacak . İşte en büyük ibadet budur. En büyük kulluk budur. Zira kulluk borcu, sadece bir yere kapanıp bütün ömrünü baştan başa yalnız Allah'a şükür ve niyaz ederek geçirmek suretiyle ödenmez. Şurası şüphe götürmez ki, Allah'a kalben her an şükür ve niyaz şarttır, bir kulluk borcudur ve zarurettir. Fakat bu hâl insanın gene o kadar mühim olan diğer kulluk vazifelerini ihmal etmesine asla sebep teşkil etmemelidir. Bunun yanında, kulun yapmakla mükellef kılındığı mühim İlâhî vazifeleri ve Allah'ın emirleri vardır. İşte kulun borcu, bunları da yerine getirmeye çalışmakla ödenir. Onun emri, varettiği kâinatın en küçük zerresine kadar, en küçük hâdisesine kadar ahengine, insanın uymasını ve o ahenk içinde mütemadiyen bozuk ve falso sesler çıkararak İlâhî nizamı bozmaya (ki buna hiçbir kimse hiçbir vakit muvaffak olamaz) çabalamaktan kati surette çekinmesini icap ettirir. Babasının hiçbir sözünü dinlemeden haylaz haylaz dolaşan, onun arzusunun mütemadiyen hilâfına hareket eden veya elinden gelmediği halde babasının yapmakta olduğu işleri biteviye bozmaya çalışan asi bir evlât, istediği kadar babasının yüzüne gülsün, onu bir türlü memnun edemez. Esasen böyle hareket eden bir evlâtta da babasının yüzüne samimiyetle gülebilecek yüz ve surat kalmaz. Halbuki insanın İlâhî vazifeleri bununla ölçülemeyecek kadar büyük, şümullü, ebedî ve zaruridir, işte insan bu hakikati görür ve bu hakikat yolunda yürümekten zevk duyarak kırılmaz bir azim ve cehitle faaliyete koyulursa Allah duygusunun öz varlığındaki tatlı ve saadet verici, yükseltici sıcaklığını, ateşin bir iştiyak, bir arzu hâlinde idrak etmeye başlar. Ve bu da kendisine esasen mukadder olan büyük huzur ve saadetin bir başlangıcı olur. Ne mutlu ona !....

Şu hâlde Allah'a yaklaşmak için büyük bir yardımcı vasıta olan tabiatı tetkik etmek demek, onun karşısında fani bir gözle bakarken ebedî ruh gözüyle de görmesini ve oradaki nizama, kanunlara ve icaplara bütün ef ' al ve harekâtıyla ve ruh kudretleriyle uymasını bilmek demektir ki bu da istekle, devamlı bir iştiyakla gösterilecek cehit ve gayret nisbetinde dünyada kazanılması mümkün olan en yüksek bir kıymettir. Bittabi her şeyde olduğu gibi çalışmakla bu da evvelâ yavaştan başlar. Fakat her gün artan mümarese ve cehitle gittikçe süratlenerek inkişaf eder. İşte bu şartlar altında insan hissen yükselir, olgunlaşır, tecrübesini ve görgüsünü arttırır ve nihayet onun bu his yüksekliği öyle bir hadde varır ki o noktaya gelince insan, Allah duygusunun idrakine en lâyık durumu iktisap etmiş olur. Ve bundan sonra da iş gittikçe kolaylaşır, yollar gittikçe açılır, ufuklar gittikçe berraklaşır. Ve insan o ufuklara doğru ok gibi fırlayarak atılır. Tabiatı tetkik ve müşahedenin hisler üzerinde yaptığı tesirler hakkında büyük dostumuz Kadrinin aşağıdaki sözlerini okuyucularıma zevkle bildiriyorum:

KADRİ: (3/9/1947)

«Ormanlarda gurup zamanı bir suya akseden güneş neler gösterir bilir misiniz?... Sonra, kalabalık bir yerde denize batan güneş de bir şeyler gösterir. Yalnız başına bir mağarada günlerce kalmış bir insan, mağaranın kapısının önündeki suya aksetmiş güneşe bakar, gene bir şeyler görür. Hep bir akis... Bir güneşin suya vurmasıdır. Ama çok başkadır. Hep başka başka lisanlardan yazılmış binlerce cilt kitaptan daha kıymetlidir. Biri maddi, biri manevi, diğeri insanı huşuya sevk eder, birtakım hakikatleri kendi kalbinde duyuran büyük hisleri insana bahşeder. Onun için tabiatın her hareketi, her varlığa bir şeyler anlatır. Bunları temiz bir kalp ve tek bir düşünce ile seyretmesini bilene ne mutlu.

«İşte bunları yaptıkça siz de yavaş, yavaş benim söylediklerimi duymaya başlarsınız. İçinizden taşan ve harice doğru akan bir nur, etrafınızı kaplar, size birtakım kalpleri bağlar. Ve siz de çok kuvvetli bir şekilde daima iyiye ve doğruya doğru mesafe kat etmeye başlarsınız .

«Herkesin kudreti birbirinden çok farklıdır. Herkes başka, başka duyar, başka şeyleri hisseder. Herkesin hedefi birdir. Ve hitap, herkesin anlayacağına göre yapılmıştır. Mesela, bir ay doğarken bir ağacın arkasından göstereceği beyaz yüzü, onu seyreden milyonların hepsine ayrı ayrı, başka başka hitap eder. Çünkü bunlara tek bir şey söylenseydi , o zaman hiçbiri istifade edemezdi. Bazısı onu bir ay görecek, bazısı bir kâinat, bazısı ondan kendisinin gideceği yolu soracak, bazısı çorak yerlerdeki menbaların yerini öğrenmek isteyecek . O da herkesin diline göre hepsinin isteklerini anlayacak . Hep bir anda, bir zaman içinde bunlar olacak. Herkes nasibini alacak, bunların hiçbiri boşuna gitmez.»

Gene aynı dostumuzun tabiatı tetkik yolu ile insan varlığının yüksek duygulara ve mefhumlara doğru nasıl kabardığı ve genişlediği hakkındaki sözlerini, ruh âlemine mensup varlıkların bize hediye ettikleri büyük kıymetlerden biri olarak sizlere zevkle takdim ediyorum:

KADRİ: (13/10/1947)

«Karanlık yollar daima kendi içinden ışığını alan bir membaı ziya, vasıtasıyla , yahut o membaı ziya tarafından aydınlatılmış bir vasıta ile aydınlanır. (Güneş ve ay gibi) Yani bir insan hakikati ya doğrudan doğruya kendi fikir ve kalbiyle uğraşır, didinir, bulmaya çalışır; yahut bunu bulmuş bir adamın irşadıyla doğru yola ulaşır. Bunların içinde en makbulü birincisidir. Şu halde ben de sizin birinci şekilde olmanızı istiyorum. Yani size öğretmek değil, kendiniz arayıp, bulup ve öğrenip başkasına öğretmenizi arzu ediyorum.

«Semaların büyük boşluklarına dizilmiş milyonlarca pencereden size kadar her gün milyonlarca ışık ve manzara sızar. O pencerelerden gelen ışıkları tutunuz. Gözünüzü oradan aksetmiş manzaralara çeviriniz. Kalbinize gelen ilhamlar size öğretecek birtakım mevzular ve istifadenize yarayacak birtakım güzel sözler bulur. Daima her manzara bir şiir gibi, her renk bir musiki gibi, her musiki bir söz gibi ruhta tecelli eder. Siz şayet bir ses duymuyorsanız manzaraya bakınız. Günün birinde o manzaradan size birtakım musiki nağmelerinin gelmekte olduğunu hissedeceksiniz. Ve gene bir gün bu  nağmelerin birer söz haline inkılâp ettiğini ve sizin anlayacağınız bir mahiyet aldığını göreceksiniz.

«Neden daima Allah'ı anarken gökyüzüne bakarlar? Söyleyin bakayım: Bulamazsınız . Çünkü dünyada en temiz yer orasıdır. İşte siz de kalbiniz sıkıldığı zaman, ilham menbalarınız kuruyunca oraya bakınız. Allah orada değil, fakat Ona lâyık en temiz yer dünyada yalnız orasıdır. Daha başka âlemlerde Ona lâyık olmak değil, yalnız Onun ismini anarken bakmaya lâyık olabilecek belki biraz daha münasip yerler bulunabilir.»

İnsan, tabiatı tetkik ede ede, kalbini iyi ile , güzel ile , temiz ile doldura , doldura ve dünyada işlerini daima başkalarının hayrını düşünerek fedakârlık göstere, göstere ve nihayet insanlar hakkındaki sevgisini şümullendire , şümullendire Allah'a yaklaşmak aşkını ve iştiyakını ruhunda taşıdığı takdirde, bir gün gelir ki, farkına dahi varmadan, İlâhî mevcelerin, ruhundan fışkırdığını hissetmeye ve idrak etmeğe başlar, işte o zaman yolunu tekrar sapıtmamak, yani içinden doğan büyük ilâhî ihtişamın haşmeti karşısında şaşırıp kendisini Allah zannetmemek veya Allah'la yekvücut olduğunu sanmamak lâzımdır. Fakat şurası da bir hakikattir ki, esasen bu derece yükselmiş bir varlığın tekrar geriye dönerek böyle bir dalâlete düşebilmesi de artık düşünülmez. Bu dalâlet ancak, henüz görgü ve tecrübesi Allah yolunda bu kadar ilerlememiş varlıklar hakkında hatıra gelebilir. Zira tekâmül ve Allah yolu o kadar uzun ve o kadar sabır ve itidal ile yürümesi icap eden bir yoldur ki , bilhassa bu yolun başlangıcında insanın karşılaşabileceği aşırı derecede taşkınlık, kibir ve nahvet duyguları onu çok zararlı hareketlere ve kötü akibetlere sürükleyebilir . Sevgili dostumuz Kadrinin aşağıdaki tebliği bu noktada bizi kâfi derecede ikaz edici mahiyettedir:

KADRİ: (5/1/1948)

«Siz Allah'ı buluyorsunuz. Fakat farkında değilsiniz. Herhangi temiz bir hisle bir şeyi düşündüğünüz zaman birdenbire içinize gelen haz ve sürur , sizin Allah'ı andığınızı ve O'na giden yolu bulduğunuzu gösteren bir işarettir. Fakat siz bunu Cenabıhakk'ı anarken yapmadığınız için hatırınıza gelmiyor. Ve bu işle olan münasebetinizi düşünmüyorsunuz.

«Ben başta ne yazdırdım: O, her şeyde, en ufak kudretiyle her yerdedir. İşte sizin yaptığınız herhangi bir iyilik, O'nu anarken yaptığınız güzel bir iş size bu hazzı vermiştir. Zamanın ilerlemesi, yukarıda söylediğim gibi bunun sizde tecelli etmesini sağlar. O zaman anlayarak yaparsınız. Fakat hakikat benim söylediğim gibidir. Bunu şimdiye kadar size ne kimse söylemiştir, ne de bilen vardır. Onun için ya çok eskilere giderler, yahut da vahdeti vücut'tan bahsederler. Gerçi maksat birdir, fakat yol yanlıştır.»

İşte vecit halinin taşkınlığı içinde insanlar Allah'a karşı olan teveccühlerini kendi kendilerine dünya kelimelerde izah ede ede, günün birinde bu kelimelerin delalet ettikleri beşerî manaların tesirine kapılarak içlerindeki İlâhî duygulara ait mefhumları dünya görüşüne uydurmak tehlikesiyle baş başa kalırlar ve bu tehlike karşısında bazen sapıtarak ruhlarının safiyetini kaybetmek yoluna düşerler. Kıymetli ruh dostlarımızdan Kadri’nin bu mevzuyla ilgili bir tebliğini bildiriyorum:

KADRİ: (16/2/1948)

«İ. A. — Cenabıhak kudretiyle her şeye nüfuz etmiştir, şeklinde bir tebliğiniz var. Bu kudret bizzat Allah mıdır, yoksa O'ndan sadir olan ayrı bir şey midir? Yani Mevlâ kudretiyle muhat mıdır, yoksa kudretine muhit midir, yahut bizatihi kudret midir ?

«Kadri — Yukarıda anlattım. Bunlar insanların uydurduğu kelimelerdir. Oğlum, hâlâ anlamadınız mı? O, her şeydir. Her şey.»

Burada bazı okuyucularımın çok yanlış bir düşünceye saplanmaları ihtimalini düşünerek biraz durmak mecburiyetini hissettim. Kadri: (Allah her şeydir) derken kâinatta gördüğümüz ve görmediğimiz mahlûkatı kastetmemiştir. Buradaki ( her şey ) in delaleti , Allah'ın kudreti hakkında düşünebildiğimiz bütün mefhumlar demektir. Devam edelim:

«Yani Kudret dediğimiz kelime esasen O ' dur. Milyonlarca dünyalar yaratılmış her şey, Kaadir olan O'nun yalnız en ufak, tasavvur edemeyeceğiniz kadar küçük bir iradesinin eseridir. Tarif edemiyorum. Tasavvurunuzun dışında ufacık bir iradesiyle , size uzun uzadıya anlattığım o milyonlarca âlem bir anda mahvolur ve bir anda hepsinin daha milyonlarca misli hâl olabilir . İşte hülâsası bu... İster , sen bunu Cenabıhakk'ın etrafında gör, ister O'nun içinde ve iradesinde bul. Gaye ayn ı... Kavrayış seni aynı hedefe ulaştırdıktan sonra sen Onu nerede bulursan kaçırma.

«Şuna emin ol ki gözün kavrayamayacağı küçüklükte bulunan bir mahlûkun en küçük bir hareketi bile gene O'nun , O Büyük Kudretin iradesine bağlanmıştır. Bu nasıl olur? Akıl almıyacağı kadar küçüklükte bulunan mahlûkatın her biriyle Cenabıhak nasıl meşgul olur? İşte senin ve senin gibi milyonların anlayamayacağı bir şey olacak ki, O'nun Büyüklüğünü anlayasın .

«Onu değil, kudretini değil, kudretinin tecellisi olan hareketleri bile hiçbir varlık idrak etmekten ve Onu en küçük bir şekilde kavramaktan uzaktır. O Büyük Varlığın lütufuna erişenler de bunu kavrayamazlar . Fakat anlarlar ve öyle anlarlar ki gerçeği anlatamazlar. Onların içine doğan bir kudret öyle bir cevherin mevcudiyetini kendilerine hissettirir. Güzel bir manzara karşısında neler hissedersiniz? Fakat bir türlü anlatamazsınız. Anlatmaya çalışsanız birtakım gösterişli cümleler arasında fikirleriniz bocalar, gezinir. Güya başkasına da aynı hissi anlatmak istersiniz ama imkânsız. Bu da öyle olur.»

Tebliğin buradan aşağı kısmında Kadri, insanın iradi mevzularda böyle kudretinin fevkine çıkarak yanlış düşüncelere saplanması tehlikelerine temas ediyor:

«Büyük şeyler çok güzeldir. Çok güzel şeyler çok tehlikelidir. Dikkat!.. Siz büyüklüğe özendikçe, onun size yapması muhtemel ağırlıkları ve tehlikeleri daima göz önüne almalısınız. Çok eskiden insanlar, buna yakın bazı hususları idrak etmişler ve, padişaha yaklaşan ateşe yaklaşır, demişlerdir, değil mi? Halbuki asıl Allah'a yaklaşan ateşe yaklaşır.»

Fakat tebliğin bu son cümlesini müteakip gelen kısmı, insanın ancak ruhen hazırlandıktan ve ilahi ihtizazları duyabilecek kudreti iktisap ettikten sonra, içinde duyduğu İlahi duyguların bazılarım tehlikesizce etrafındakilere anlatabilecek duruma girebileceğini ifade etmektedir:

«Fakat Onu içinde taşıyan, kendisi de ateş olduğu için ateşe yaklaşırsa mesele kalmaz. Vakitsiz hareket, insanı felakete sürükler. Bu da mühimdir.»

Allah'ı duymak, Allah'a kendisini vermek herkes için mümkün olmakla beraber, buna liyakat kesbedecek bir duruma girmiş bulunmak da şarttır .