II — İç Alemdeki Kudretlerin İdraki Yolu

Şimdi Allah'ı araştırmanın hakiki yolu olan; insanın, öz varlığını idrâk etmesi mevzuu üzerinde duralım.

İnsan nedir?... Eğer insan yalnız maddeden ibaret olsaydı ve kâinatta maddenin üstünde, maddeyi yaratan ve ona hâkim olan bir yaratıcı Kudretin mevcudiyeti düşünülmeseydi, her şeyi maddede aramak ve illeti de. neticeyi de onun bünyesinde bulmaya çalışmak en tabii ve verimli bir araştırma yolu olurdu.

Halbuki her şeyden evvel, insan yalnız maddeden ibaret değildir. Ve o., maddi teşekkülün ötesinde manevi bir varlığa sahiptir ki bu da hiçbirbir yönden maddi karakter arz etmemekle, maddeden bariz şekilde ayrılmaktadır.

Bu manevi vasıftaki varlık - ki biz ona ruh diyoruz - insan dediğimiz organizmanın maddi akşamını kuran, yaşatan, sevk ve idare eden kudrettir. Binaenaleyh ruh, bizatihi şuur sahibi müessir bir amildir. Ve kendisi bütün kâinatı yaratan Halik tarafından yaratılmıştır.

Bu düşünceyi esas tutunca ruhta, kendisini yaratan Kudrete karşı bir duygunun ve idrakın meknuz ve mündemiç bulunduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Zira şuur, ruhun öz varlığı hakkındaki bilgisi ve idrakidir. Ruhu yaratan, vareden İlâhî kudret hakkında onun, kendisinde mündemiç ve meknuz bu kudretin eserlerini ergeç duyması ve anlaması icap eder. Ancak, bu bilgi ve idrakın karanlıktan aydınlığa çıkarılabilmesi: insanın kendi içine, ruhunun derinliklerine dönebilmesine ve bunun için de muayyen tekemmül safhalarına erişmiş bulunmasına vabestedir. O halde Allah'a iman ve Onun İlâhî muradinin öz varlıktaki asarını idrak etme ve duyma kudreti ancak ruhun diğer meleke ve kudretlerinin inkişafı nisbetinde mümkün olan bir ruh halidir. Başka âlemlerde nasıl olduğunu bilmiyoruz, fakat dünyamızda, Allah'a iman, ancak insanlık mertebesine ulaşmış varlıklarda başlar.

Su halde, Allah'ıarayan ve Onu bulmaya çalışan bir insan, kendi öz varlığı ile dış âlem arasında bir sınır taşı olan bedeninin içindeki kısımlara dalmak ve oradaki kudretleri tanımaya çalışmak ile mükelleftir. Zira evvelâ, Allah dışarda, maddeler arasında, maddi manada bir mekan ve mahal işgal eder bir halden münezzehtir. Bu bakımdan Onu, sanki yaratıklar gibi bir cevher misali dışardaki maddi eşya arasında aramak ve bulmak bahis mevzuu olamaz. Buna ancak, yaratmış olduğu eşya arasında Onun ebedî ve ezelî kanunlarıile tecelli eden kudretlerini sezmek isteyenler için bir dereceye kadar cevaz verilebilir. Ve bu. da nihayet bir müşahidin, herhangi bir hakikat karşısında vukua gelen bir ıttılaıdır ki bu ıttıla, tamamıyla maddi bir görüşün çerçevesi içinde kalmaya mahkûmdur.

Halbuki bütün bu dışardan gelen müşahedelerle, görgü ve tecrübelerle artan, zenginleşen bir ruh olgunluğu ile şuur ve idrakini, kendi öz varlığına çevirmiş ve oraya nüfuz edebilmiş insan; orada kendisinin Halik'ı, varlığının Sebebi, illeti olan Tanrı'nin aşar ve kudretlerini görür ve duyar. Buradaki duyulan mevzu, yani İlahî eserler ve kudretler kendisine yakın değil, kendisinin bir parçası da değil, doğrudan doğruya kendi öz varlığının sebep ve illetidir. İşte Kur'an'da yazılı olan: "Allah size şah damarınızdan daha yakındır" ayetinin mefadı bize göre budur. Fakat bu kelamın derinliğine iyice nüfuz edebilmek için yukarıdaki mülahazaların manalarını kavramış ve duymuş olmak gerektir.

Büyük ruh dostlarımızdan Kadri: Allah'ın insana, şah damarından daha yakın olması mevzuunu ele alarak insanın, Allah'ı mütemadi bir özleyiş ve dua ile anmasının ve duymaya çalışmasının bu hali nasıl hazırladığını aşağıdaki kıymetli tebliğinde anlatmaktadır:

KADRİ: (10/11/1950)

«İnsanlar Cenabıhakkı kalplerinde taşımalı, duayı bir an durmaksızın tekrarlamalı, demiştim, işte bu odur ki kalbin her vuruşunda Allah'ı anmak, bunu insana hissettiren damarlarda o Yüksek Halik'ın mevcudiyetini hissederek Onu şükranla yadetmektir. Bu Ona olan, yakınlıktan ziyade bağlılığı gösterir.

«Her an Cenabıhakkı anan ve kalbinde bir riya taşımayan insanların mevcudiyeti, Onun mevcudiyetine en büyük bir delil değil midir? Uzaklık , yakınlık dünya için bir söz olarak kabul edilebilir. Bunu ( Allah'a yakın olma meselesini) izaha yetecek ne bir kuvvet, ne de bir mantık mevcut değildir.

«İnsan kendisini yaratana ancak yaranmaya gayret eder. Onun huzuruna yakın olmayı arzu eder fakat mesafe bahis mevzuu ( hiçbir zaman) edilemez. Ona, O Büyük Kudrete yaklaşabilmek, Onun nurunu (kendisinde) kuvvetlendirmek ve Ona yakın olanlara yakın olmakla mümkündür. Fakat Onunla hemahenk olmak ve onda bir hedef kabul etmek asla... Bu hiçbir zaman doğru değildir, hatadır .»

Bu kadar sözün kısası şudur: Allah'ı duymak, Onun kudretlerine inanmak ve bağlanmak; maddi düşüncelere dayanarak objektif tezahürlere ve realitelere saplanıp kalmakla değil, ruh kudret ve melekelerini inkişaf ettirmek ve bunlarıi lahîulvi mefhumlara yöneltmekle mümkün olur, işte çok eski zamanlardan beri söylenmekte olan hakimane bir Sözün mana ve kıymeti de bu şekilde tebarüz etmiş oluyor. Bu söz: Kemal insanın kendini tanımasında ve içinin nurunu duyabilmesindedir, şeklinde ifade edile gelmiştir.

Allah'ı duymak yolunda ruhun sübjektif faaliyeti esas olunca, ve insanın dış âlemle olan mütekabil münasebetleri de bu sübjektif faaliyetin gelişmesine zaruri ve lüzumlu birer vasıta olunca, Allah'ı araştırma yolunda objektif ruh faaliyetinin ehemmiyeti derecesi de kendiliğinden tebarüz eder. Bu suretle anlaşılır ve kabul edilir ki Allah yolundaki sübjektif ruh faaliyetinin gittikçe verimli ve ideal bir olgunluğa doğru inkişafını temin edici unsurları, dış âlemden toplayarak ruha maletmeye vasıta olan objektif faaliyet, insanın dünyada geçecek bir sürü görgü vs tecrübe ile dolu hayatlarını icaplandıracaktır ki biz bunun adına tekâmül diyoruz.

Hülasa, Allah 'ı, Yaradan dışımızda değil, içimizde, kendi öz varlığımızda arayacağız ve bulacağız, sözü; Onun öz varlığımızda bulunduğunu değil, Ona ancak öz varlığımızı kuran kudretlerin tezahürlerini idrak yoluyla yönelmenin mümkün olabildiğini, - başka türlü ifade edilemediği için - gösteren bir kelam olur. İşte öz varlığımızın bu en müteal, en İlahî ve âli faaliyetinin mümkün olduğu kadar elverişli bir hale sokulabilmesine ve onun nihayetsiz kudretlerinin seferber hale getirilmesine yarayan vasıtalardan biri de yukarıda bahsetmiş olduğumuz ruhun muhtelif hayatlar içinde geçen kâinattaki faaliyetidir. Bu hayatlarda, tekâmül derecemiz ve kudretlerimiz dahilinde yaşamak suretiyle öz varlığımızı zenginleştirmek ve öz varlığımızı zenginleştirdikçe Allah'a yönelmemize mahsus olan ruh kudretlerimizi faaliyete getirmek ve bu kudretleri faaliyete getirdikçe bir son, bir nihayet mefhumunun araya karışması asla bahis mevzuu olmaksızın. Allah'ı biraz daha ileri derecede duymak, Onun her şey üzerindeki Mutlak Hakimiyetinin nihayetsiz tezahürlerini biraz daha anlamak imkânlarını kazanmakta mütemadiyen devam etmek kaderi; kulların ebediyen nail olmakla şereflendikleri İlahî bahşayişlerin en mutlusu, en mukaddesi, en zevklisi ve tükenmez saadetlerle dolu olanıdır ki biz bu bahşayişlerden hissemize düşen kısımların mütemadi artış haline de tekâmül diyoruz.

Sonsuzluk ve namütenahilik mefhumlarını ihata eden ilahî kudretlere ruhların kendilerini ebediyen bağlamakta devam etmeleri, sözünden belki çoğumuz ve hatta daha ileri gidersek, hiçbirimiz vazıh bir şey anlayamayız . Fakat ne yapalım?... Dünya şartlarımızın icapları, pek az duyabildiğimiz hakikatlerin ancak pek azını söyleyebilmemize müsaade edecek kadar hasis davranmaktadır. Bunun için diyebiliriz ki: İlahî kudretler sonsuzdur, sözü dahi boş bir laftan ibaret kalır. Zira bu kudretler ne zaman, ne mekan, ne de herhangi bir kıymet mefhumundan birisiyle münasebet kabul etmez. Ve ne bizim ne de diğer bütün varlıkların anlayıp takdir edebilecekleri manalardan hiçbirinin birinin içine sığmaz. Böyle olunca, esasen ebediyeti ve sonsuzluğu dahi yaratan Mutlak, tarafımızdan ne kadar ileri derecede duyulur ve idrak olunursa olunsun asla anlaşılamaz. Ve bu yolda biz ne kadar yürümüş olursak olalım, Allah'la aramızdaki mesafeyi zerre kadar kısaltmış olmayız. Kaldı ki esasen aramızda böyle bir mesafenin mevcudiyeti dahi bahis mevzuu değildir.

İşte Mutlak böyle ölçüye ve ölçüsüzlüğe, mesafeye ve mesafesizliğe, büyüklüğe, büyüklüğün sonsuzluğuna, bütün sonsuzluğa ve sonsuzluğun sonsuzluğuna velhasıl bütün kâinatlara ve ebediyete, ezeliyete, varlığa ve yokluğa, her mefhuma, her mafhumun dışında kalana ve bütün kıymetlere nisbeti bahis mevzuu olmadan tasarruf eden ve onları bir anda var veya yok edebilen Kudrettir. Mamafih burada çok büyük zannederek söylemiş olduğumuz bu kadar söz de Onun Mutlak Kudreti karşısında gene bir başlangıç dahi olamayacak kadar hiçtir ve sıfırdır. Şu halde ne yaparsak yapalım, ne olursak olalım , Mutlak karşısında biz bir hiç olarak kalmak zaruretinden kendimizi kurtaramayız. Fakat Allah karşısındaki bu ebedî hiçliğimizi duyarak Onun sonsuz büyüklüğü hakkında ruhumuza kazandırmış olacağımız derin duygular, öz varlığımızın mütemadiyen artmakta ebediyet içinde devam edecek, nurlarına nur katacak ve inkişafımız nisbetinde duymakta olacağımız ilcaların, ilhamların ve kudretlerin artmasına sebep olacaktır ki bunun da adı tekâmüldür . Binaenaleyh tevazuun bir tekamül nişanesi olduğu hakkında çok eski zamanlardan beri söylene gelen sözün de boş bir laftan ibaret olmayıp hikmetamiz manaları ihtiva ettiğini bu suretle anlamış oluyoruz. İşte ben bunları bu kadar söyleyebiliyor ve bu kadar anlatabiliyorum. İsteyenler daha çok şey anlarlar ve anlatabilirler.

Kadrinin aşağıdaki tebliğinde geçen parçalar okunurken bazı diğer noktaların da onun tarafından izah edilmiş olduğu görülecektir.

KADRİ: (10/11/1947)

«Dünyanızda nihayetsiz hiçbir şey var mıdır? Uzun ve sonu gelmediğini sandığınız her şeyin günün birinde senelerin, binlerce senenin arkasından muhakkak bir neticesi gelir. Sonu gelmeyen dünyada tek şey Allah sevgisidir.»

Ruh dostumuz buradaki Allah sevgisi, tabirde, Allah hakkında yukarıdan beri söylediğimiz iç duygularını bir araya toplayıp ifade edivermiş oluyor. Devam edelim:

«Milyonlarca sene de geçse bunun sonu yoktur. Sonu olmadığı gibi milyonlarca âlemde bunun kudretinin en küçük şekilde takdir edilmesine , anlaşılmasına da imkân yoktur. Bu da bir hakikattir. Bu hakikati anlamayan birçok cahiller, onu günün birinde anladıkları zaman çok geç kalmış olacaklar.»

Demek ki sübjektif ruh faaliyet ile Allah'ı duymaya çalışmak gayreti, ruhun ebedî tekamülü mefhumunun lâzım gayri müfarikidir. Ve ruhun ebedî hayatı boyunca devamı mukadder bir iştir.

Objektif ruh faaliyetine gelince bu da, ruhlara mukadder olan sübjektif faaliyete bir hazırlık olması bakımından zaruri, ayrıca bir iştir ki bu iş böylece, tekâmülün lüzumlu bir vasıtası ve icabı olarak Tanrı kanunlarının şümulü içine giren illiyet prensibi dairesinde, ruhların muhtelif hayat devrelerindeki çeşitli faaliyetlerinin tezahürlerini meydana getirir.

Bu kadar sözden sonra artık anlıyoruz ki insanın Allah'ı duyması, Ona inanması, kendisini Ona yakın hissetmesi için hiçbir merasime, formaliteye ve teşkilâta lüzum ve ihtiyaç yoktur. Yeter ki o; ruhunu temizlesin, vicdanını ışıldatsın ve Allah'ı duymak ihtiyacını içten gelen bir iştiyakla duymuş olsun. O: bu yolda temiz kaldıkça, temiz insanlarla ülfet eyledikçe, iyi insanlardan ve bilhassa yüksek âlemlerin varlıklarından gelen ilhamlara kalbini açık tuttukça ve hayatının her anında nefsaniyetini aşıp diğerkâmca duygu ve düşüncelerle hareket ettikçe, menfaat peşinde koşmadıkça ve nihayet her zaman niyaz ve istirhamlarını içten ve özden gelen dualar ile Allah'a gönderdikçe ve hiçbir maddi endişe veya korku ile hiçbir hal ve hareketinde vicdanını çiğneyip geçmedikçe muradına elbette erecek ve kendisini Allah'a yaklaştıracaktır.