I — Objektif Araştırma Yolu

Bu yol; eşya, hadisat ve dış varlıklar delâletile Allahı araştırma yoludur. Yani kâinata, dış âleme nazar atfederek veya başka varlıklardan talimat alarak objektif tetkikat ve tahkikatla Allahı aramak. Onun kudretleri hakkında bilgi edinmeğe çalışmak yoludur. Daha ilk nazarda anlaşılabilir ki bu yol, İlâhi araştırma yolunun başlangıcını ve iptidai, daha doğrusu maddi cephesini teşkil eder.

Esasen eşya ve hakayik hakkındaki görüş ve incelemelerde tetkik vasıtası olarak yalnız üç buutlu realite çevresi içinde kalan dünya maddesini yegane kıymet halinde tanımak seviyesinin üstüne idrakini yüksel-tememiş ruhlar içinde Allahı aramanın en tabii ve kolay yolu budur. Zira böylelerine göre bir şeyin varlığı, ancak onun beş his organından birini veya bir kaçını vasıtalı veya vasıtasız olarak alâkalandırabilecek bir kesafet derecesinde bulunmasile kabul edilebilir.

Demekki bu görüşe nazaran varlık mefhumu objektif kıymetlere dayanmaktadır. Okadarki hattâ bu idrak seviyesinde kaldığı müddetçe insan, kendi varlığını dahi ancak bu objektif kıymetlere vurarak kabul ve takdir etmeğe çalışır.

İlahî mefhumlara ait hakiki duygu yoluna insanları götürmeğe ancak vasıta olabilen bu objektif tetkik ve tahkik yolunun bazı tehlikeleri vardır. Ve bu tehlikelerin başında da onun bu vasıtalık rolünü unutup Büyük Hakikatin nihai araştırma yolu olduğuna inanmak gelir ki maalesef bir çok insanın kolayca içine düşebileceği bu tehlike, bu gün dünyamızda alabildiğine yayılan inkarcı materyalizma imansızlığının amili olmuştur. Bundan başka nisbeten evvelkinden daha hafif olmakla beraber gene şaşırtıcı ve insanları dalalete sürükleyici diğer küçük tehlikeler de vardır. Bunlardan birincisi; Allahı bir şekil, bir suret dahilinde düşünmek ve tasavvur etmektir. Meselâ, büyük din kitaplarında yazıldığı gibi

«Allah, insanı Kendi suretinde yaratmıştır» sözü böyle bir düşüncenin tesiri altında temamile yalnış anlaşılmış ve yalnış tefsir edilmiştir. Yani böyle bir düşünceye saplanan kimseler. Allahı bir insan gibi müşekkel ve insana benzer bir varlık olarak tasavvur etmek hatasına düşmüşlerdir. Halbuki bu sözü söyliyen büyük varlıkların kastettikleri mâna, onu bu kadar sathi ve basit şekilde anhyanlarınkinden bam başkadır. Yani burada insanlara anlatılmak istenen şey; Allahın şekli, sureti veya biçimi vardır da insanları o biçime göre yaratmıştır, demek değildir. Böyle bir şey, haşa, olamaz. Bu, Allah insanları tasavvur ettiği, daha doğrusu istediği gibi, muradı üzere yarattı ve onlara diğer cansız mevcutlarda bulun-mıyan şumullü kudretler bahşetti, demektir. İşin, bizim anlıyabildiği-mize göre en doğrusu ve hakikisi de budur. Fakat gene tekrar ediyorum: kendilerini henüz üç buutlu realitenin ifadesi içinde kalan şekilperestlik-ten kurtaramamış insanların yukardaki ifadeyi, arzettiğimiz doğru yolda anlamak ihtiyacını dahi duymıyacak kadar beşerî hükümlerinde saplamp kalmış olmalarını da tabii görmemiz icabeder. Halbuki bu ifadenin yüksek mânasını kavrıyabilmek ve kabul etmek için, şekilperestlik seviyesinin üstüne çıkmış ve Allahı aramanın dış âlem kanalile olmaktan gayrı yolları da buluna bileceğini kabul etmiş bir insanın, bu hususta uzun uzadi-ye muhakeme yürütmesine bile lüzum ve ihtiyacı kalmaz. Çünkü o, Allaha şekil ve suret verilemiyeceğinin ve böyle bir şeyin bahis mevzuu dahi edilemiyeceğinin farkındadır. Burada bu sözümüzün kıymetli bir müeyyidesi olarak ruh âleminden dünyamıza bir medyom dostumuz va-sıtasüe tebliğ veren büyük ve sayın ruh dostlarımızdan «Kadri» ye sormuş olduğumuz bir sualin cevabını zevkle naklediyoruz:

KADRİ: (11/6/1947)

«B. R. — Allah insanı Kendi suretinde yarattı, sözünü: Allah insanı Kendi biçiminde yarattı, mânasında anlıyanlara ne buyurursunuz?

«Kadri — Yanlış, çok yanlış. Böyle laflarla güzel zamanlarınızı öldürmeyiniz. Bakın size kısaca anlatayım: acaba Cenabıhakkın, Kibriya-nın sureti varımdır? Böyle bir şeyi tasavvur etmek hangi cüret sahibinin hatırmdan ve hayalinden geçebilir? olmıyan bir şeyin (I) benzeri de olmaz. Yüksek şeyler teşbih ve tavsif edilmez.»

Büyük din kitaplarmda vaktile yazılmış bu sözün, bu gün bazılarınca böyle yanlış anlaşılması, bilhassa tecrübesi kıt bazı kimselerin Allah hakkında yalnış düşüncelere sapmalarım intaç etmiştir. ,

Yüksek ruh plânlarından aldığımız tebligatta bu sözün izah edildiğini görüyoruz. Başka bir medyom dostumuz vasıtasile bizi tenvir eden ve kendisini «şems» diye tanıtan bir ruh dostumuz bu hususu şöylece izah etmektedir:

ŞEMS: (6/5/947)

«B. R. — Geçen defa sizinle görüşürken aramızda geçen, Allah in-

sanı kendi suretinde yarattı, sözünün mânasını lütfen izah edermisiniz ? . Şems — «İnsana ilahileşmek imkânı verilmiştir» Sözünün manası, insanın çok yüksek mertebelere çıkabilmesi imkânını ifade eder, insan isterse kendisini çok yüksek mertebelere çıkarabilir. O derecede ki ona, insanın fevkinde bir sıfat verilebilir.

«insanların yüksek mertebelere varabildiklerini duymak hazı da kendilerine verilmiştir. Elverir ki insan şuur, idrak ve feraset sahibi olup bundan istifade edebilsin. Ve kendisini kendi eliyle yüksek mertebeye çıkarabilsin. Kendi tekamülünü yani mütekamil varlığını kendi yaratsın. İşte insanların ilahileşmesi (Allahlaşması değil) yani üahî muradı taşıyan içindeki kudretleri, diğer insanların üstünde bir idrakle, duyabilmesi bu bakımdan bahis mevzuu olabilir.

«Tanrı insanı halkederken ona büyük bir serbestlik sahası, hattâ hududu olmıyan fikir ve faaliyet sahası vermiştir. Bu sahada insan inkişaf eder, kendi hislerini yükseltip ve inceleştirip her tarafa doğru şualar gönderirse bunların hiç birisi boşlukta kaybolmaz. Muhakkak bir yere çarpar ve bunun neticesinde de muhakkak bir hâdise meydana gelir, işte böyle bir yere çarpan şualar, geriye döndükleri zaman tarifi imkânsız bir çok vasıfları da beraberlerinde getirirler. Bu sayede insan, yek nazarda mümkün görünmiyen ve tahayyül edilmiyen mertebelere ulaşır ve böyle yapmakla da o, kendisini ikinci defa yaratmış olur.

«Tanrı insanda bir eser yaratmıştır. Bir o kadarını da kendisine bırakmıştır. insanın böylece kendisini ikinci defa yaratması tabiri, elbette sembolik ve Allahın inşam yaratmasiyle kıyaslanamıyacak bir sözdür. Ve bunun da manası insanm, içindeki İlahî nuru duyabilecek ve iradesini tam bir serbestlikle kullanıp faaliyete geçirebüecek yüksek mertebelere kendisini ulaştırabilmesi mefhumu etrafında toplanır.

«İşte, Tanrı insanı kendi suretinde yarattı, sözünün mânası: Allahın, yarattığı insana, bu kudreti vermiş olduğunu ifade eder. Yoksa bu söz ne Tanrının insan şeklinde olduğunu, ne de insanm Allah olduğunu kastederek söylenmiş değildir.»

Yukarki tebliğin tarihinden bir sene sonra başka bir medyom dostumuz vasıtasile «Selim» namındaki bir ruhtan alınan diğer bir tebliğde de yukardaki Şems ruhun izahına uygun bir izah tarzı görülmüştür:

SELİM: (9/5/948)

«insan «ulûhiyet karakteri» iktisap edinceye kadar yürür. Bu yürüme bir muvasala ümidinin çağırışları ile vaki olur. Ancak «ulûhiyet karakteri» binnisbedir. Yoksa hiç bir tarafı rabbani insana ne bugün, ne de bütün zaman kadrosunca yaklaşılacak bir had ifade edemez. Bizim bu sözden maksadımız şudur:

«1 — Allah insanların âli tabakalara çıkma ve yükselme imkânlarını her türlü şartlarile kendi kudretlerine terk eylemiştir. Bu, iradenizin ta-

hakkuku emrindedir.»

«2 — Visali İlahî tabirinden mürat: bir kere Onun Şaşaa ve Hüsnü Mutlakı yolunda bizim yürümemiz, ancak bir takım izafi nisbetler ifade eder. Hakka vusul iyi bir düşünce üe ancak şöyle anlaşılabilir, bir sözdür: Yani bu, Allah yolunda olmak emel ve gayesini ifade eyler. Bütün zarureti his gerek orada, gerek burada insanı müebbeden bir âli aşkın uğrunda cezbeder.» •

Ayrı zamanlarda, ayrı varlıklardan, ayrı yerlerde alınmış olan tebliğlerdeki bu izahlardan çıkan müşterek manaya göre şöylece düşünmemiz lâzım gelir: Allah insanı yaratmıştır. Fakat insanın serbest iradesini kullanarak kendisini yükseltmesi ve insanüstü bir varlık haline sokması kudretini de gene insamn eline vermiştir. Bu suretle zaruri hale girmiş olan tekamülü neticesinde onun, insanüstü bir varlık haline girmesi mukadderdir. İşte Allahın insana, kendisini böyle yüksek mertebelere ulaş-tırıcı kudretler vermesinin mecazi bir ifadesi olarak: Tanrı, insanı Kendi suretinde halketmiştir denilmiştir ki bunun, bundan başka türlü manası da düşünülemez. Zira insan ne kadar üstün olursa olsun, ne kadar yüksek vasıflar kazanmış bulunursa bulunsun Allaha, ne benziyebilir, ne (Allahla birleşmek manasında) Ona yaklaşa bilir ve ne de, haşa. Allah olabilir.

Bu izahlardan sonra, kitaplarda yazılmış bu sözün - ilk nazarda görüldüğü gibi - şekil ve biçim manasına, gelen suretlenme mefhumu ile hiç bir ilgisi olmıyacağı ve Allahın ne insana benziyen, ne de benzemi-yen hiç bir şekil ve sureti bahis mevzuu edilemiyeceği anlaşılır.

Bununla beraber bütün varlıkları, şekil ve suret ifadeleri dışında anlamağa ve duymağa idrakleri müsait olmıyan maddeperestlerin, bu cümleyi böyle göründüğü gibi basit ve maddi manada kabul etmeleri zaruridir. Zira onlar öyle bir maddeye bağlı ve esir durumda bulunmaktadırlar ki eğer ellerinden bu maddi kıymetleri meydana getiren şekiller ve suretler alınırsa Allahın varlığı hakkındaki imanları da o anda kaybolup gider.

Allaha yalnız eşya arasından, maddi kainatın icaplarının tesiri altında, sadece maddi vasıtalara dayanarak inanmak yolundan başka bir yol tanımıyanların ruhlarında doğması muhtemel diğer bir tehlike de, Allahı bir takım beşerî vasıflarla sıfatlandırmak ihtiyacının duyulması, şeklinde tecelli eder.

Sıfatlar ve bilhassa bizim tanıyabildiğimiz sıfatlar, Allahla nisbeti bahis mevzuu olmıyan kâinatm pek dar ve imkânları mahdut üç buutlu realitesinin çerçevelediği dünyamız gibi çok kesif dünyalarda kıymet kazana bilen maddi icaplara bağlı hususiyetlerdir. Hattâ böyle kesif mınta-kalarda, kısanlar için en manevi telakki edilen kudretler bile ancak bu maddi imkânların şumulü dahilinde tezahür edebilirler. Meselâ, bir in-

sanın hiddetlenmesi hali, maddeler içinde yaşıyan bir ruhta, maddi tesirlere tabi olarak husule gelmiş bir aksülamelden başka bir şey değildir. Tıpkı bunun gibi, dünyada idrâk edebildiğimiz manadaki sevgi, alâka, irade, tahayyül, hafıza, düşünce, duygu, idrâk v. s. gibi bir sürü manevi ve ruhî kıymetler de hep aynı şekilde, ancak maddi ve dünyevi birtakım bağların, tesirlerin, baskıların ve icapların ruh üzerinde husule getirmiş oldukları tesirlere tabi bulunmaktadırlar ki bu bakımdan bunlar baştan başa madde karakterile mülemma bir haldedirler.

İşte hakikat, bizim böyle en kısa görüşlerimiz karşısında dahi bu kadar berraklığı ile parlayıp dururken, en yükseği büe mahdut, arızi ve hattâ zıddüe malül ruh hallerinin birer ifadesi olan ve madde esareti altında zebun bulunan basit ve iptidaî bir takım beşerî sıfatlarla Allahı vasıflandırmağa kalkışmanın büyük bir hata olduğunu kabulde bir an bile tereddüt etmeyiz.

Allahı hiç bir sıfatla tavsif etmek doğru değildir. O beşerî ve gayrı beşerî, yani izafi ve nisbi olan her şeye intisaptan münezzehtir. Bununla beraber, sıfattan münezzeh bir Allah kabul etmekten imtina edenler varsa onlar da, dediğimiz gibi, yalnız maddeye kıymet veren, madde dışında hiç bir varlığa inanmıyan ve maddenin, elinden gitmesile her şeyi kaybedeceğine inanmış olan maddeperest kişilerdir. Esasen böylelerinin bundan başka türlü hareket edebilmeleri de kolay bir iş değildir. Zira onlar, yalnız üç buut mefhumu içinde kalan kaba maddelerin dışında ve kaba maddi ölçülerin iş’arı haricinde hiç bir şey anlıyamazlar, duyamazlar ve düşünemezler. Binaenaleyh böyle kaba ve kesif dünya maddelerinin hapsettiği bir anlayişle yüksek İlahî hakikatler anlaşılamaz. Hattâ azçok süp-tilleşmiş ve incelmiş maddeler kanalile kâinatta tezahürat arzeden izafi ve nisbi kudretlerin, yani mahlukların varlıkları bile böyleleri için birer inkâr mevzuu olur ki bu da kâinatta hüküm süren illet ve netice kanunu dahilinde mütecelli nizamın bir icabıdır. Ve bu icaba herkes kudreti dahilinde ve nisbetinde uymakla mükelleftir.

Allahı sıfatlandırmanın çok yanlış bir yol olduğunu, bir taraftan böyle gene dış âlemden toplıyabildiğimiz müşahedata dayanarak söylerken, diğer taraftan bizlere nazaran daha şumullü bilgi, görgü ve ilhamlara sahip spatyomdaki ruh dostlarımızdan, medyom dostlarımız vasıtasile almış olduğumuz çok kıymetli tebligatın da bu bapta bizi kuvvetle destek.-, lemekte olduğunu gördüğümüzü sevinçle arzederiz. Netekinr böyle sevgili dostlarımızdan sayın bir varlık olan Kadrinin bir tebliğini burada okuyucularıma taktim ediyorum: f

KADRİ: (11/6/947)

«Yüksek şeyler teşbih ve tavsif edilemez. Allaha sıfat yoktur. Yüksek varlık hiç bir şeyle kıyaslanamaz. Hangi dinli, hangi dinsiz olursa olsun bunu böyle kabul edecektir.

«Bunlar çok eski akidelerin zaman zaman tepkileridir. Allah yalnız Kendi arzu ve iradesile ruhları yaratmıştır. O, yalnız bir tektir ve bir tek kalacaktır. Hiç birinin Onunla mukayesesi ve münakaşası doğra değildir.»

Yukarda din kitaplarına temas ettiğimiz için bazılannın akima haklı olarak şöyle bir düşünce gelebilir: Kur’anda Allah hakkmda zikredilen Semi, Basir, Alîm... gibi sözler nedir?

Bunlar sıfat değildir ve olamaz. Kur’an, muhtelif ayetlerile, Allahın şeriki ve naziri olmadığından katiyetle bahsetmektedir. Şerik ve naziri olmamak demek, kâinattaki bütün mevcudattan hiç birisinin sıfatile Allahın münasebet ve ilişiği bulunmamak, demektir. Daha doğrusu mevcudat ve mahlukatın malûl bulundukları sıfatlardan Allah münezzehtir, demektir. Zira Allaha isnat edilecek herhangi bir sıfatla, o sıfatı haiz bulunan bir mevcudun, haşa, Allaha benziyen bir tarafı kabul edilmiş olur ki, kati ayetlerile, Allahın şeriki ve naziri olamadığım söyliyen kur’-anm mefadma da bu hareket temam en aykırı gelir. O halde kur’anda bahsedilen bu kelimeler neye delalet eder? Bunlar elbette yanlış değildir ve insan kudret ve anlayiş derecesinin en son haddini gözönünde tutarak, Allah hakkmda ona bir şeyler duyurabilmek maksadile söylenmiş isimlerdir, sıfatlar değil...

Demekki bunlar, Allahın sıfatları değil, isimleridir. Ve Allahı, haşa, tavsif ve tarif etmek için değil, insanların ruhunda İlahî mefhumlara ve İlahî duygulara en yüksek yerlerin ayrılabilmesi için gösterilmiş birer işaret ve hareket noktasıdır.

Netekim Alîm, Semi, Basir... gibi isimleri, Allahtan gayrı hiç bir varlık hakkmda söylemek caiz değildir. Zira bunlar ancak Ona has isimlerdir. Ve hiçbir varlığın nüfuz etmesine imkân düşünülemiyen Allah hakkın-daki derin ve sonsuz aciz içinde, insanın duyabüeceği en yüksek duyguların ve kavrıyabileceği en şümullü idraklerin ifadesi karşılığı olarak Tanrının böyle isimlendirilmesinde hiçbir mahzur olmadıktan maada, insan ruhunu yükseltici ve Allaha yaklaştırmağa yarayici birçok faydalı unsurlar da mevcuttur. Zira insan, kendi kudreti dahilinde, İlahî ihtizazların alabüeceği kadarının en yüksek derecesini, vüsunun son imkânlarını kullanarak bulabildiği bü isimlerin yardimile ruhuna yerleştirebilmek kolayhğına erişir. îşte Tanrı hakkındaki ruh kudretlerine ıttıla keyfiyetinde dış âlemle iç âlemi birleştiren bir yol da budur.

Allahın, din kitaplarında zikredilen isimleri hakkmda ruh dostumuz Kadriden almış olduğumuz aşağıdaki tebliğ, yüksek âlemlerin bu babdaki düşüncelerini bizim anlıya bileceğimiz bir dille şöylece ifade etmektedir:

KADRİ: (20/8/1947)

«B. R. — Bazı insanlar kur’anda zikredilen (ilahı sıfatlar) dan bahsederler. Buna ne buyurursunuz?

«Kadri — Îsîm mevzuu bahistir. Herkes kalbinde Ona bir yer verir.

ismi Allah olur, Tanrı olur, başka bir şey olur, isim başka, sıfat başkadır. isim veriniz. Onu en kudsi mertebelerde gösterecek şekilde isimlendirirsiniz. Fakat sıfat nasıl verirsiniz? Kur’anda böyle şey yoktur. Allaha sıfat verilmemiştir. Buna kimse selâhiyettar değildir. Şayet böyle tefsir etmişlerse bu bir cehaletin açık misalidir. Sıfat Allaha yakışmaz. Ona lâyık bir sıfat bulunmaz.

«B. R. — Meselâ kur’anda: Semi, Basir, Alîm... gibi sözler var...

«Kadri — isimdir, isim. Sıfat değil. Yani, Allah en yüksek bir kıymetin ifadesi olacak şekilde isimlendirilir. Bütün iyilikler Onda, bir zerresi bile insanda olmıyacak kadarının en yükseği onda mevcuttur. Ve O, bütün bunların isim babasıdır, sıfat değil. Yani Onu bir şeye benzetmek suretiyle asla sıfatlandı ramazsınız.

Dışardaki eşyaya bakarak onların içine saplanıp kalmak, Allahı dünyada görebildiğimiz varlıklar arasında bulmağa çalışmak veya maddi hadiselere ait müşahedelerden alman örneklere Allahı benzeterek, Ona şekiller vermeğe kalkışmak, bu hususta ilerde mütaleasına başlıyacağımız sübjektif araştırma yoluna, bu objektif araştırma yolunun bir hazırlık ve bir vasıta olmaktan ileri bir kıymet ifade edemiyeceğini bilmemek demektir. Bu bilgisizlik insanların Allah yolunda daima verimsiz ve yanlış düşüncelere sürüklenmesini mucip olur. Arkadaşlarımızdan bir zatın bir celsede ruh dostumuz Kadriye sormuş olduğu bir sualin cevabı bu hususta bizi kâfi derecede aydınlatmaktadır:

KADRİ: (5/1/1948)

«I. A. — Biz Cenabıhakkı anarken Onun kudretini tahayyül etmekle beraber düşüncemizle, karşımızda bir sembol bulmağa çalışıyoruz. Başka türlü düşünemiyoruz. Bunun için bir çare yckmudur?

«Kadri — Cenabıhakkın her şeyde, her yerde en küçük kudreti mevcuttur. Allahı yalnız anmakla, Ona hatırladığım hissettirmek mümkündür.

«Onu anmak için muhakkak bir vasıtaya ihtiyaç yoktur. Bu vasıtayı arayanlar: eski insanlar, idrakleri, kudretleri sizinkinden az olan varlıklardır.

«Allah fikri, Onu tasavvur etmek derecesi; tekemmül derledikçe arızasız olarak meydana gelecektir. Siz anarken şimdilik üzerinde İsrar et-miyeceksiniz. Yalnız Onu anarken kendinizi büyük bir boşlukta hissetmeğe çalışacaksınız. Hayal, şekil tasavvur etmeye başlayınca düşünmeği kesmek lâzımdır. Çünkü o anda zihin yanlış istikametlere sapmıştır.

«ilerledikçe bu boşlukta nur göreceksiniz. O nur sizin içinizi ’’aph-yacak. işte o zaman Allahı andığınızı öğreneceksiniz. Bunu hissedinciye kadar etrafla fazla meşgul olmamak, ruhunuzu etrafa saptırıp birtakım hayallerin vücut bulmamasına çalışmak lâzımdır. Böyle yapmazsanız neticeden çok uzaklaşırsınız.»

Yukarki tebliğ Allahın hiçbir tasavvura, tahayyüle ve düşünceye sığ-mıyacâğını ne kadar beliğ ve fasih bir ifade ile anlatıyor!

Gene aynı arkadaşımızın, müteakip celselerin birinde, fikrinde İsrar ederek sualini tekrar etmesi üzerine muhterem dostumuz Kadrinin vermiş olduğu cevap da evvelkinin bir devamı gibidir:

KADRİ: (16/2/1948)

«İ. A. — Cenabıhakkı anma ve düşünme esnasmda Onun ezelî ve namütenahi olduğu hatıra geliyor. Fakat bu kelimelerin manalarına değil, medlullerine bir türlü intikal edemiyoruz. Acaba yaradılışımız bunları anlamağa müsait değilmidir?

«Kadri — İnsan kudretinin erişeceği hudutlar vardır. Bunların dışı-■ na hiç bir kuvvet çıkamaz. Cenabıhakkın kudretini ve içinden çıkılamayan bazı hususları anlatmak için insanlar kelimeler bulmuşlar ve onlarla izaha çalışmışlardır.

«Bu sözlerin medlüllerini anlamak insanlar için (hepsi için değil, bazıları için) imkân dahilindedir. Yalnız, bugün sizin bunu kavramanız hiç bir surette mümkün değildir. Çünkü size tarif edebilmek için sizin kullandığınız kelimelere müracaattan başka çıkar yol yoktur. Bunlar tarif edilmez, duyulur. Ancak duyulur, içten duyulur.»

Allahın, insanlarca malûm olan veya olmıyan hiçbir kudretle kıyas-lanamıyacağı hakkında, Kadrinin aşağıdaki sözleri de evvelkilerini teyit eder:

KADRİ: (4/8/1947)

«Allah öyle büyük bir kudrettir ki bütün kudretler, hiç bir kudret Onunla mukayese edilmek imkân ve ihtimali içinde değildir.»

Bununla beraber, insanların bu hakikatlere iyice nüfuz etmiş olmamaları veya yanlış bir takım düşüncelerin tesiri altında kalmaları, kendi öz varlıklarında duyabildikleri bazı ruh kutret ve melekelerinin Allahta da mevcut olabileceğine kanmalarını intaç etmiştir. Fakat bu kanaat karşısında zuhur eden bazı halledilmez meselelerin içinden çıkılamaması, yani izafe edilen bu melekelerin insandakilerden ayırdedilme ihtiyacının duyulması, birtakım kelimelerin icadına yol açmıştır. Bununla da işin içinden çıkılamayınca insanlar lüzumsuz birtakım fikir ve faraziye spekülasyonları içinde şaşkın bir halde bunalıp kalmışlardır. Bu hususa dair en güzel misali irade mevzuunda bulabiliriz.

İnsanlar, kendilerinde en yüksek melekelerden biri gibi gördükleri irade kudretinin Allahta da mevcut olabileceğini sanmışlar, fakat kendi iradelerile Allaha izafe ettikleri irade arasmdaki çarpışmayı görünce işin içinden çıkamaz olmuşlar, bu defa da kendi iradelerine cüzi, Allahın iradesine de külli diye bir isim takmak zorunu hisetmişlerdir. Halbuki b ı defa da külli ve cüzi iradelerin hudutlarını tâyin etmek meselesi, şeklinde karşılarına çıkan yeni güçlükler onları büsbütün çıkmaz yollara sürük-

lemistir. İşte bütün bu haller, Allahta insanlardaki gibi ruhi ve cis-mani vasıflar aramak ve Allahı insan gibi görmeğe ve sıfatlandırmağa kalkışmak gafletinden doğma birer hâdisedir. Bunlar, ancak böylece birer söz olarak kalır ve bir hakikatini ifadesi olamaz.. Allaha hiçbir beşerî vasıf ve kudret izafe edilemez. Bu vasıflar, bu kudretler ancak insanlara ve mahlûk olan diğer varlıklara has birer keyfiyettir. Netekim ilerde, spat-yomdaki kıymetli dostlarımızdan Mustafa Mollanın nakledeceğimiz bir tebliğinde de bu hususa dair bazı sözler geçecektir.

Külli iradeyi cüzi iradeye nisbet etmek, her şeyden evvel Allahı kula nisbet etmek, demek olur. Bu ise hiçbir şeyle nisbeti bahis mevzuu olmıyan Mutlakı, izafiyetten kendisini kurtaramamak şıarıle muttasıf insana nisbet etmek demektir. Kaldi ki külli ve cüzi diye iradeyi İlahî ve insani taksime tabi tutmağa ve bunların birbiriyle olan münasebetini araştırmağa kendilerini zorla mecbur kılanlar tarafından da bu iradeler anlaşılamamış ve anlatılamamıştır. Bunun neticesinde çeşitli, garip hatalara düşülmüş veya anlaşılmaz düşünce labirentleri içinde insan müfekkiresi boğulup kalmıştır. Meselâ bu labirentlerdeki çıkmaz yollardan bir tanesi de cüzi iradeyi külli iradeye muallak farzetmekdir. Fakat biraz düşününce böyle bir faraziye ile insan iradesinin külliyen inkâr edilmiş olacağı kolaylıkla anlaşılır. Eğer hakikat böyle olsaydı, ne insana irade mal etmeğe, ne de iradeyi böyle bir taksime tabi tutmağa lüzum ve ihtiyaç kalırdı. Halbuki iradesiz insan yoktur ve bütün büyük ruh dostlarımızdan almış olduğumuz tebligatta bu nokta üzerinde kuvvetle durulmaktadır. Ve müşahedelerden de ayrıca çıkardığımız neticelere göre insanda, kendi mukadderatını bile tâyin edecek kadar tam bir hürriyet ve serbestlik vardır. Hattâ bu hali biz bütün dostlarımızla birlikte, Allahın insana lütfetmiş olduğu bahşayişlerin en yükseklerinden ve kıymetlilerinden birisi olarak tanırız.

Hele iradeyi uydurma bir külli ve cüzi tabirile Allahla kal arasında pay etmeğe kalkışanlarla hiç bir vakit beraber olamayız.

Ruh dostumuz Mustafa Mollanın külli ve cüzi irade tabirleri hakkında söylemiş olduğu aşağıdaki sözlerini okuyucu dostlarımıza arzediyoruz.

MUSTAFA MOLLA.. (18/1/1950)

«Siz, külli ve cüzi irade, diye biri diğermden ayrılmış veya biri diğerini tamamlar bir şey düşünebilirsiniz. Fakat bunun küllisi asla Allah olamaz. Zira mahlukla kabili kıyas ulûhiyet daima pasiftir. Halbuki yaratıcılık aktiftir. O halde insandaki irade mevcudiyeti ile Allahın iradesi kıyas kabul etmiyor, sözünü açıklıyalım:

sonsuz icra kumandası, halketme isteğidir.»

M. Mollanın ikinci bentdeki sözleri dahi onun tasavvur ettiğini düşündüğümüz kuvvetli manayi verememektedir. Zira İlahî murat dediğimiz şeyde Mutlak bir ifade vardır. Halbuki Mutlak hakkında tarif ve tavsife sığacak hiç bir vasıf ve hususiyet bahis mevzuu olamaz. Dostumuzun tebliğine devam ediyoruz!

«Bununla ne demek istediğimiz meydandadır:

«Allahı anınız O, her şeyin fevkindedir. Zira siz ve sizden üstün olmağa çalışanlar daima Ona doğrulmağa mecbursunuz. Sizdeki İlahî sıfat da (yani Allaha yönelmiş bulunmanızın ifadesi olan sıfat da) bvdur. Yoksa iradenizin külli veya cüzi manalarile, sizden başka hiç bir kudrete sembol olamıyacağını, bununla da ulûhiyete yaklaşır bir sıfatınız bulunduğunu, fakat insanlığın Tanrılıkla asla kabili kıyas olmıyacağını anlamaksınız.»

İnsanlar; Allahı sıfatlandırmağa, tarif etmeğe ve hele objektif kıymetlere dayanarak isbat eylemeğe çalışmakla ne kadar boylarından büyük işlere giriştiklerini idrak edebilselerdi Allahı araştırmanın bu objektif yolunu, sübjektif yoldaki faaliyetlerine daha uygun ve lâyık şekilde kullanabilme kudretini kazanmış olurlardı. Bununla beraber, insanların elbette kısa görüşlerinin bir icabı olan bu hareketleri hüsnüniyete dayandıkça, Allahın kudretlerine ve muradını temsil eden kanunlarına uymak iştiyakından doğan gönül özleyişinin temiz ve saf bir tüzahürü olmak şiarında kaldıkça böyle, sadece maddi yollardan Onu anlamağa ve isbata çalışmaları dahi caiz ve makbul olabilir. Zira bu yol, tek başına kısır kalmakla beraber iyi niyete makrun olduğu takdirde inşam bilmeden ve farkına varmadan zamanla, adım adım Allaha yaklaşmanın hakiki yoluna kavuşturur. Binaenaleyh bu şartlar altında bu yola, bir hazırlık devresi halinde bakılabilir. Fakat eğer bu hareket iyi bir niheyete dayanmaz, her hangi bir ihtirasın, bir menfaatin tatmin ve tahakkukuna yönelir veyahut hiç olmazsa sadece bütün İlahî endişelerden uzak ve Allah yolundan ayn ruh faliyetleri içinde yapılırsa çok fena ve tehlikeli neticeler doğurur. Çünki İlahî mefhumlar hiç bir suret ve vesile ile Allah yolundan ayrılarak satışa arzedilmiş bir pazar mataı haline asla sokulamaz. Daha doğrusu ve daha açığı, İlahî mefhumlar, dünyanın binbir çeşit girdi çıktısında hiçbir maddi ve beşerî ihtirasa ve temayüle alet ittihaz edilerek birer istismar vasıtası yapılamaz. îşte böyle bir hal vuku bulmadıkça insanın, yalnız dış âlem varlıklarının ve olaylarının yardımına dayanıp objektif yollardan Allahı araştırmağa kalkışmasını — görgüsüzlüğü ve tecrübesizliği nazarı itibare alınarak — mazur görmek icap eder. Kadrinin aşağıdaki tebliğinde, yukarda arzettiğim hususa dair işaretler vardır:

KADRİ: (20/8/1947)

«Allah sıfatlandırılırım?... Onu anlamak imkânı yoktur ki sıfatlan-

dırmak mümkün olsun. Bu kadar büyük şeylerle insan denilen küçük bir yarlığuı meşgul olması, ancak Onu tanıyabilmek arzusu bakımından caizdir. Aksi halde çok fenadır. Bu kadar Azîm bir Kudreti, bir kıymeti anlamak müşkülâtı varken bunu küçücük bir yere sığdırmak imkânsızdır.

«insanlar bir yere kadar gelirler. Ondan sonra artık Allahı idrak edemezler... İnsanlar bunu idrak edemedikleri halde dahi kimi Allahı inkar etmiş, kimi kendine benzetmiş, kimi sıfat vermiş, kimi suret... Ya idrak etseydiler ne olacaktı!

«insanlar gözlerinin önünde pariıyan binlerce mumu dahi görmeden bir kör karanlık içine saplanırlar. Ondan sonra da önlerine geleni çiğnerler, arkalarına geçeni teperler ve bu kadar idraksizlik içinde bile İlahî sıfatlardan, suretlerden bahsederler. Bunlardan hiç birisi makbul olmadığı gibi üzerinde işlenmiş birer düşünce mahsulü de değildir. Katiyen bunlara yaklaşmayınız.»

Kadrinin yukarki tebliğinden de anlaşılıyor ki Allaha, objektif kıymetler içinde bir yol aramak, Onu araştırma yollarının hakikisi ve nihaisi değildir. Bu ancak insanlığın nisbeten geri tekamül merhalelerine ait iptidai ve eğer iyi hareket edilirse hakiki yola hazırlayıcı bif basamak olabilir.

Allahı anarken Ona mutlaka bir şekil düşünmek, bir suret biçmek, yani Allahı maddi durumda eşyalar ve objeler içinde ve objektif bir kıymet halinde kabul etmek ve böylece tatmin edildiğini sanmak ancak dünyaya bağlı varlıkların duyabilecekleri bir ihtiyacın mahsulü olabilir. Dar ve maddi mafhumların üstüne idrakini yükseltmiş olan varlıkla? için böyle bir hareket tarzı düşünülemez. Gene başka bir celsede bir arkadaşımızın spatyomdaki kıymetli dostumuz Mustafa Molla üe yaptığı bir görüşmesinde bu mevzua dair sorduğu suallerin cevabını zevkle naklediyorum:

MUSTAFA MOLLA: (11/1/1948)

«Sual — Halikı anarken nasıl bir tahayyül içinde bulunmalıyız?

«M. Molla — Halik herkesin fevkında bir Şuuru Mutlaktır. Tanrının anılması, hususi bir prensiptir ki onun haricinde madde tasavvuru muhaldir. (Yani Allahın hiç bir madde ile nisbeti bahis mevzuu olamaz.)

«İlahî tecelli, eşyada olduğu kadar insanda da vardır. O halde izaha sığmayan bu hal teveccühle, tahayyülle veya tarifle değil, ruhi müvazene ve ihata nisbetinde ve muhtelif idrak seviyesine göredir. ,

«Gaye teveccüh olunandır. Bu ne suretle ve ne halde olursa olsun, ister Halik hakkında, ister insan vicdanında aynı ehemmiyeti saklar. Gaye, tekrar ediyorum, o hazza erişmektir. Tahayyülünüzün bir şekle bağlanmasından murat nedir?»

Allahın eşya ile, hâdiselerle veya dış âlemin susu busu ile kabili izah •olmıyacağma dair ruh âleminden verilmiş elimizde kıymetli tebligat

vardır. Bunlardan bir tanesini daha taktinı ediyorum.

MUSTAFA MOLLA. (21 2 1948)

«Sual — Bu günkü fen ve beşer idraki mükevvenatın layetenahiliği-ne kanidir. Bu layetenahiliği Allah telakkisile nasıl telif buyurursunuz?

«M. Molla — Beşerin kani olması kendi zaviyesinden ve kendi mukadder kudretleri nisbetindedir. Layetenahi mevcutsa - ki inandığınızı söylüyorsunuz - bu, fikri beşere sığmıyacak bir hakikattir. O halde fikri beşerle kabili ihata olmıyan bir Varlık, yani Allah, fikri beşerle nasıl kabili tavsif ve idrak olur?

«Sizi daima bu cihetlere sevkederken iğmazı ayın etmeğe haşladınız. Sizin idrakinizin vüs’u bu meseleyi nasıl hal ve izah edemiyorsa biz de size bunların dışında hakikat kıstası ve misal vermek istediğimiz halde muvaffak olamıyoruz. Çünkü Allahın dünyevi realiteler yönünden izan ve ihatasına hâdım örnek bir tecrübe safhası ve intibaları asla mevcut değildir. Allah hiç bir surette, hiç bir vesile ve hâdise ile, vakıa ile kabili tev’em ve izah değildir.»

Kıymetli dostumuz M. Mollanın tebliğinde geçen sözler üzerinde düşündükçe onların bizi hakikate yaklaştırıcı mânalarının ruhumuzda ayan olmasına yol vermiş oluruz.

Bir insan ki ancak beyni ile düşünmekten, yani dünyamızda hâkim üç buut realitesi içinde mahsur bir maddi cevher yardımiyle dış âleme ait eşyayi anlıya bilmekten öte bir iktidar sahibi değildir. Ve bir inSan ki onun etrafı, muazzam ve sonsuz İlahî kudretlerin tezahür imkânlarından ancak bir zerresini bile güçlükle tercüme edebilmek kabiliyetinden ileri bir kıymet göstermiyen maddeler, objeler ve bunlara bağlı hâdiselerden mürekkep maddi bir kâinat heyulası tarafından ihata edilmiş ve çevrilmiştir. Böyle bir insanın; hiçbir madde tarafından mahbusiyeti, münasebeti, ölçüsü, kıyası, zarureti ve imkânı bahis mevzuu olmıyan Mutlakı, bu etrafını sarmış nisbi şeyler arasında araştırmağa kalkışması ve orada bulabileceğine inanması ne dereceye kadar doğru olur? Ve eğer o böyle görgüsüzce bir harekete tevessül etmek gafletini göstermiş ise onun bu hareketinden alacağı netice ne olabilir?...

Demekki Allahı araştırırken insanın objektif yola müracaatı, Onu o yol içinde bulması icabettiği için değil, bir taraftan Allahın her zerreye hâkim kudretinin tecelliyatına şahit ola ola istiğrak ve teemmüle dalarak, diğer taraftan da o tecelliyatın içinde faal bir unsur halinde yaşamak suretile tecrübe ve görğüsünü arttırarak kendisine İlahî kudretleri duyuracak olan asıl yolu, yani sübjektif ruh faaliyetini hazırlayıcı bir vasıta halinde kullanabilmesi içindir.