Her şeyi yaratan, her şeye vücut veren Allah'ın kudreti her şeyde, her mevcutta tezahür eder. Ve ancak bu kudrettir ki eşyayı, mevcudatı, kâinatı ve bütün varlıkları ayakta tutmaktadır.
Ruhlar, İlâhî bir lemadır, derken onların, diğer eşya ve mevcudat arasında İlâhî bahşayişlerin en büyüğüne mazhar bulunmuş oldukları mefhumunu da tebarüz ettirmiş oluyoruz. İşte, Allah insanları, kendi suretinde yarattı, kelâmının mânası, mecazen bu tarzda bir ifade şekli almış oluyor. Fakat Allah'ın kudreti, her zerrede, her yerde ve her varlıkta mevcuttur, sözü insanı, yanıltıp da, kâinatı Allah'ın eczası veya hayali imiş gibi kabul eden eski zamandan kalma inançlara sürüklememelidir.
Kâinatın heyeti umumiyesi bir arada mütalâa edilince Allah mefhumu kemali ile meydana çıkar, gibi çok maddî ve aynı zamanda çok yanlış bir fikir dalâletine kapılmamak da lâzım gelir. Allah taksim ve tecezzi kabul etmez. Allah'ın kemalinde noksanlık ve tamlık da bahis mevzuu olamaz. Ondan bir şey eksilmez, O'na bir şey ilâve edilmez. O , mevcudatın ve kâinatın tabi bulundukları kanunların icabatından olan değişmelerin hiçbirisine tâbi olmaz. Hiçbir hâdise O'nda en ufak bir tesir husule getiremez. Zira bütün bu hâdiseleri, bu değişmeleri, ve kâinatın bütün bu oluş hallerini idare eden İlâhî kanunlar ve onların icabatı ancak, Allah'ın emri ve muradı altındadır. Mutlak Kemal olan Allah, gelip geçici emirlerin ve isteklerin zebunu olmaz. Böyle bir şeyi düşünmeye kalkışanlar, Allah'ın kudretini, Yaratıcılığını ve dolayısıyla Mutlak 'ı, yani Allah'ı inkâr etmiş olurlar.
Allah kâinatı kendisine bir mesken veya destek olsun, diye yaratmamıştır. Zira böyle bir düşünce ancak, insanlık zâtının ve ihtiyaçlarının neticelendireceği bir tasavvur olabilir. Halbuki Allah böyle zaaflardan ve ihtiyaçlardan münezzehtir.
O halde kâinatta mündemiç Allah'ın kudreti: Allah'ın parçaları veya kül halindeki varlığından ifraz edilmiş eczası değildir. Böyle bir şey ne olabilir, ne de düşünülebilir. Allah'ın kâinatta mündemiç kudreti, O ' nun varedici muradının, bütün varlıkları yaratan ve yaşatan hareketlere vücut vermesi, onlara hâkim olması ve nihayet onlarda tecelli etmesi şeklinde düşünülebilir. Fakat bunu söylerken maddî düşünceden muhakkak surette ayrılmış olmak, daha doğrusu bu sözü beden diliyle değil, ruh diliyle ifade etmiş bulunmak icap eder.
Elimde tutmakta olduğum şu kalem, bir insan icadıdır. Fakat bu, maddî bir hâdise ve beşerî bir görüştür. Halbuki bu kalemin madde halindeki mevcudiyeti ve kalem olarak görünüşü ve kullanılmaya salih bir durumda bulunuşu, ancak bildiğimiz ve bilmediğimiz bir sürü tabiat kanunlarının icaplarına göre birer hâdisedir ki bu kanunlar mevcut olmasaydı veya başka türlü tecelli etseydi hiçbir insan kudreti bu kalemi yapamaz ve kalem hâlinde kullanamazdı. Fakat bu tabiat kanunları nedir? Bunlar İlâhî muradın tecelliyatı olan kati ve değişmez müeyyidelerdir. İşte İlâhî kudretin eşyadaki en küçük varlığının, en küçük tecelliyatından birisi hakkında bu misalle basit bir fikir vermiş olduk. Şu halde Allah'ın kâinatta mündemiç kudreti demek, onun varedici, vücud verici ve yaratıcı muradının tecelliyatı olan kanunları demektir ki bu kanunlar bütün kâinatın yaratılışlarında, tezahürlerinde, hâdiselerinde ve varlıklarında hâkimdirler. Bunlardan bir tanesinin en küçük icabı, birçok hâdisatın, birçok varlıkların, birçok nizamların o icaba göre bir anda değişmesini, var veya yok olmasını intaç edebilir. Onun içindir ki gene İlâhî kanunların maddelere ait kısımları olan ve tabiat kanunları altında anılan kanunlar da İlâhî kanunlar gibi ezelî, ebedî ve lâyetegayyerdirler.
Fakat gene tekrar ediyorum: Bütün bu kanunların vazıı ve sahibi olan Allah, nasıl olur da bir an için bile bu kanunların tesiri altına girebilir ? Bunu düşünebilmek için insanın, çok az düşünce kabiliyetine veya hiç düşünmemek kabiliyetsizliğine mahkûm olduğunu kabul etmemiz lâzım gelir . Zira eğer Hâlik, halkettiği kanunların icabatına uymak, zaruretine zebun olsaydı, kendisinin de bu icabata göre mütemadiyen değişmesi, eksilip çoğalması, toplanıp dağılması icap ederdi. Fakat o zaman bu kanunların bilmediğimiz ve asla bilemeyeceğimiz büyük gayelerini tayin eden ve o gayelerin tahakkuku için değişmez ve ebedî nizamlar koyan Büyük, İllet, Halik nerede kalırdı? Mütemadiyen değişmesi icap ettiği kabul olunan bir varlıktan böyle değişmez, ebedî ve ezelî nizamlar ve kanunlar vaz edebilmek kudreti nasıl beklenebilir?
İşte binbir dereden su getirerek, bir sürü acayip ve akim asla kabul edemeyeceği tarzda birbirini tutmayan tefsir ve tevillerle böyle sakat bir düşünceyi kabul ve müdafaa edenler, görgüsüzlüğün ve tecrübesizliğin açık bir misalini vermektedirler.
Kâinatlar içinde, varlıkların kabiliyet ve fonksiyonları, birbirine nisbetle daha yüksek bahşayişlere sahip oldukça onlarda mevcut ve meknuz İlâhî kudretin tecelliyatı o nisbette artar ve şümullenir. Kâinatlar arasında pasif durumdan aktif duruma geçmiş olan ruhların , elbette diğer varlıklar arasında , bu bahşayişlerden en çok nimetlenmiş ve müstefit olmuş bulunduklarını kabul etmemiz lâzım gelir.
O halde kendilerinde mevcut ve meknuz olan İlâhî kudretin tecelliyatını ruhlar, şuur ve idraklerinde vukua gelecek genişleme ve şümullenme nisbetinde anlayacaklar ve duyabileceklerdir. Bu ne demektir?
Her zerrede, her varlıkta, her şeyde olduğu gibi ruhlarda da, Allah'ın muradının tecellisi olan İlâhî kudret, onların yaratılışlarından itibaren bünyelerinde mevcut ve meknuzdur. Fakat bu kudreti ruhtan ayırmak mümkün değildir. Zira onun, ruhtan bir an için bile ayrıldığını tasavvur etmek, ruhun o anda yok olduğunu kabul etmek olur. Çünkü esasen ruhta mevcut ve meknuz olan İlâhî kudret, Allah'ın varedici muradının bir ifadesidir. Ruh ancak bu kudretin mevcudiyeti ile var olabilir. Ve bu kudretin mevcudiyeti kaimdir. O halde, bu mânaya göre ruhtaki varlığına inandığımız İlâhî kudreti, ruhtan ayrı bir şey olarak düşünmeyiz. Ruh varlığı İlâhî kudretin lâzım gayrı müfarikidir ve ondan ayrılmaz. Fakat bu söz hiçbir vakit ruh -hâşâ-Allah'tır demek mânasını tazammun etmez. Yani buradaki İlâhî kudretten kasdedilen mânâ, Allah'ın kendisi değil, Onun muradı ile gerçekleşen gene Onun yarattığı yüksek kudretler, demektir. İşte : Enelhak, diye bağıran adam, eğer sözlerinde samimî idiyse ve bunu içinden bir şeyler duyarak söylemiş bulunuyorduysa mâzurdur. Zira o, bu sözün ancak, içindeki kudretin kendi idrakine ulaşabileceği kadarını duyabilmiş olmakla, hissettiği sarsıntıdan mütevellit bir vecit ve gaşi halinde söylemiş olmalıdır. Halbuki bu kudret öyle sonsuz, öyle şümullü ve öyle lâyetenahidir ki o andaki idrakinin dışında bulunan bu kudretin nihayetsiz tezahürlerine nisbetle, onun bu duygusu bir zerreden ibaret kalacaktır. Bununla beraber onun, henüz bu yüksek duygusuna alışkın bir devrede bulunmayışı, kendisini, kendisine ulûhiyet vasfını vermek hâtasına sürüklemiş olabilir. İşte bu hâlin bile bir anlık mülâhazası, insanın ne kadar büyük nimetlere ve İlâhî bahşayişlere mazhar kılınmış olduğunu göstermeye kâfi gelir.
Şu halde her ruhta mevcut ve meknuz olan bu İlâhî kudretin inkişaf derecesi muhteliftir. Acaba bu inkişaf sarahatinin tenevvüü neden ileri gelmektedir? Ruhlar cansız eşya gibi halkolunmamışlardır. Onlar, İlâhî kudretin nisbeten daha şümullü nimetlerinden müstefit olmak kaderi ile yaratılmışlardır . İşte bu kudret, daha bizim bilmediklerimizin yanında, onları bir de yüksek bir müessiriyet ve idrak sahibi olmak şiarıyla muttasif kılmıştır . Fakat bu müessiriyetin ve idrakin ve daha bilmediğimiz sayısız ruh melekelerinin inkişafları, birtakım kanunların icaplarına bağlı bir sürü hâdisatın meydana gelmesiyle mümkün olur. Bu hâdisatın seyri batidir. Fakat bu seyir hiçbir vakit durmaz, geriye dönmez, daima ileri, daima yukarı ve daima Allah'a doğru yükselir. İşte bu yürüyüşle birlikte insanda bulunan kudretler artar, ve varlıklar arasında muhtelif seviyedeki kudret farklarının meydana gelmesine sebep olur. Bu yükseliş acaba ne vakte kadar devam eder? Ebediyen ... Zira insanın, içinde taşıdığı kudret sonsuzdur. Ve bu sonsuzluk o kudretin tezahüratının da sonsuzluğunu icap ettiren bir hâldir. İşte bu inkişafın adına biz, tekâmül, diyoruz. Tekâmül sonsuzdur ve daimî bir seyirle durmadan yürür gider. Şu halde, tekâmül vaki oldukça ruhun artan bütün melekeleri gibi, idraki de artacaktır. İdrak arttıkça, ruhta meknuz olan İlâhî ihtizazlar baklandaki anlayış ve duyuş imkânları da o nisbette çoğalacaktır. İşte bu ihtizazların ve kudretlerin artması neticesinde meydana gelen hâdiseler, büyük birer kıymet olarak ruhun kâinatta aktif, kudretli ve yapıcı bir unsur haline girmesine yardım edecektir ki tekâmülden bizim şimdilik beklediğimiz gayenin ilk merhalesi de budur. Ve ruhlar; tekâmül ede ede birer İlâhî unsur, Allah'ın kanunlarını yerine getiren birer hizmetkâr, İlâhî işlerde bütün varlıkları ile gönüllü birer vazifedar halini alacaklardır, sözünün mânası da bu suretle izah edilmiş olur.
Îlâhî kudret-ki sözümüzün yanlış anlaşılmaması için tekrar ediyoruz Asla Allah demek değildir. Allah'ın bütün kâinatlara şamil muradını taşıyan kanunları ve bu kanunların tecelliyatı, İlâhî kudretin başka bir tarzda ifadesidir. Bu kudret, insanların birer taş parçası gibi âtıl ve hareketsiz kalmalarını hiçbir vakit istihdaf etmemiştir. Ve bunun aksini de kimse iddia edemez.
O halde, sevgili dostlarımızın ve bizi anlamak isteyen fikir ve duygu sahibi insanların ve varlıkların dikkat nazarından uzak değildir ki faal olmak zarureti ile yaratılan ve bu zaruretin mütemadi gerçekleşme yolundaki tezahüratında bizzat âmil olmaları lâzım gelen ruhların, bütün diğer melekelerinde olduğu gibi, iradelerinde de tam mânasıyla serbest olmaları icap eder. Zira iradesiz faaliyet düşünülemez. Ve faaliyet mefhumu, irade mefhumunun lâzım gayri müfarikidir . Bu irade, dünyamızda ister zâhir olsun, ister olmasın, daima mevcuttur.
İşte, ruhun bütün kabiliyet , kudret ve melekeleri, kendisinde meknuz ve mündemiç bulunan İlâhî kudretin icap ve zarureti ile inkişaf eder. Ve bu inkişaf vaki olduğunda , o kudretin ruhtaki namütenahi tecelliyat ı' nın, namütenahi imkânlar dahilinde, namütenahi bir seyri daimî ile her türlü tezahüratına yol açılır. Ve işte bu mûdil, fakat hiçbir şeyle durdurulması mümkün olmayan ilerleyiş hali, kâinatta ayrıca bir kâinat olmak kıymet ve kaderini ruha bahşeder.
Demek ki İlâhî kudret insan ruhunda mevcuttur. Ve meknuzdur. Ve insan bu kudreti duyabildiği ve anlayabildiği nisbette Allaha yaklaşmış sayılır. Bu kudretin insan ruhunda bir son merhalesi mevzuu bahis olmadığı için, onu duymanın son bulduğu bir duygu ve idrak haddi de düşünülemez. Binaenaleyh, Allaha yaklaşma tâbirinin, günün birinde nihayete erecek bir hareketi veya bir münteha noktasını ifade etmekte olduğunu bu bakımdan da kabul edemeyiz. Her şeyde mevcut olan ve her şeyde ebedî bir hayat kaynağı halinde bulunan İlâhî kudret, yani Allah'ın emirlerini taşıyan kanunlarının kâinattaki tezahürleri, ruhların da ebediyetini zarurî kılmıştır.
Allaha yaklaşmanın, yani bu İlâhî kudreti, daha doğrusu, Allah'ın emirlerinden mütevellit yüksek ve müteal ruhani ihtizazları ve hareketleri duyup idrak edebilmenin, karşılaşılması mukadder olan büyük haz ve saadetlerine -bilhassa ilk zamanlarda- henüz alışılmamış bulunanların bazen tahammül edememeleri ve bunun neticesinde de birtakım ruh sarsıntıları geçirmeleri ve bu sarsıntı ile Allah'ın kendi içlerinde bulunduğunu sanmaları gibi hâllerin vukua gelmesi mümkündür- Bu hâl, evvelâ samimiyetle başlar ki bu takdirde bunu yapan kimse mâzur sayılır. Fakat zaman geçtikçe bu telâkki kökleşir, körü körüne uyulması icap eden bir tarikat hâlini alır ve o zaman artık o iç nurunu, yani İlâhî kudreti, içinde göremeyen ve hattâ görmesi o anda bahis mevzuu bile olmayan başka insanlar da aynı şekilde sırf, öyle imiş diyerek kendilerini Allah ile yekvücut saymaya kalkışırlar. Ve işte o zaman, bu yola düşen birçok kimsenin ruh selâmeti, hakikî tehlikelerle karşı karşıya gelmiş bulunur. Ve bunlar, muvakkat, zâhiri ve aldatıcı bir ruh huzuru ve ruhani zevk vaatleri içinde müstakbel hüsranlarının bilmeden, beşiğini hazırlarlar.
Buna mukabil, içlerindeki nuru, yani İlâhî kudretin yüksek tecelliyatını gördükten sonra, ondan almış oldukları hızla, yerlerinden birer ok gibi fırlayıp İlâhî vazifelerini idrak etmek yolunda harekete geçen insanlar, büyük ve hakikî saadetin eşiğine ayaklarını basmış olurlar. Bunlar içlerindeki o muazzam kudretin ilcası ile, kendi takat ve tahammülleri derecesine göre, evvelâ insanlar arasındaki insanlık vazifelerini, İlâhî kanunlara mutabık olarak ifa etmekle işe başlarlar. Dünyada iken, hemcinslerine karşı, sevgi başta olmak üzere, insanları birbirine yaklaştırıcı ve bu suretle kâinatın nizam ve umumî ahengine varlıkları sevk edici yardım, şefkat, merhamet, faziyet ve bilhassa feragat ve fedakârlık gibi insanı Allaha yaklaştırıcı hisleri beslemeye ihtiyaç hissederler. Ve asıl ehemmiyetli olan da, hareketlerini bu hislerine uydurmayı kendilerine bir şiar edinmiş olmalarıdır. İşte dünyada iken böyle tevazu ile başlanan bu İlâhî vazifeler, öbür âlemlere intikalden sonra, bundan daha çok geniş ve şümullü şekiller alır ve insanı büyük saadetlerin kaynağı olan yüksek âlemlere doğru yıldırım süratiyle çekici hareketler, birbirini takiben onun ruhunda canlanmaya başlar. Böylece, bir insan artık Allah yolunun korkusuz , endişesiz, istikbalinden emin, kudret sahibi, kahraman bir yolcusu olur. Ve artık onun kaderi çok yükseklerde bulunur. Bu yüksek kader içinde, hiçbir insanoğlunun aklına bile gelmeyecek olan hazlar, sevinçler ve saadetler mevcuttur. Bu kadere ve nasibe ulaşabilmiş insan Allah yolunda diğerlerine nazaran çok ilerlemiştir. Ve bu suretle o, kendisini süflilikten kurtarmış, yüksek duygu, düşünce ve kudretlerin sahibi hâline sokmuştur. O artık karanlıkların meçhul kalmış âvâre bir şaşkını değil, Allah'ın , kendisine büyük vazifeler vermesi lütfuna lâyık olmaya çalışan ve aldığı vazifeleri sonuna kadar ifa etmek için göstereceği fedakârlığı büyük bir zevk edinen, yüksek âlemlerin aydınlığı içinde güneş gibi parlak bir varlık, bir büyük kıymet ve her zerresinden bir saadet tufanı fışkıran bir nur kaynağıdır.
Ulu Tanrı, hepimize mukadder kıldığı bu büyük günlere bir an evvel kavuşmamız için lüzumlu kudretlerin başında bulunan imanı, sevgiyi ve fedakârlık hissini ruhumuzda süratle inkişaf ettirici sebepleri lütfen halk buyursun. Bizleri İlâhî yolun sadık, hakikî ve bütün menfaat duygularından âzade temiz kalpli , iyi niyetli yolcularından eylesin, insanlığı bu saadet verici yüksek ve temiz yoldan her an biraz daha uzaklaşmaya sevk eden bütün nefsani, hotgâmca ve düşmanca ihtirasların zebunu olmaktan korusun.