İnsanlar kendilerini ilk tanımağa ve ruhlarını duymağa başladıkları zaman büyük dostumuz Kadrinin yukarıki tebliğinde izah ettiği gibi, öz varlıklarından fışkırdığını hissettikleri ruhani kudretlerin tesiri altında kalarak onların kuvvetli cezbesine tutulmuşlardır. Ve bunun neticesi olarak da ya bizzat öz varlıklarını kâinatın en büyük kudreti sanmışlar ve kendilerine Allah demişler veyahut içlerindeki bu kudretin büyüklüğünü hissederek onun Allah'la bir münasebeti olabileceğini düşünmüşler ve günün birinde Allah'la yekvücut olacaklarını, yani kendi varlıklarını Allah'ın varlığında kaybederek - hâşâ - Allahlık mertebesine çıkabileceklerini veya çıktıklarını sanmışlardır.
Allah'ı ancak etrafında görebildiği en büyük tabiat kuvvetlerinde arayan , evvelki bahiste mütalâa ettiğimiz iptidai bir insanla böyle bir insan arasında elbette nisbi bir ileri görüş farkı vardır. Yani evvelkilerin yalnız maddi mefhumlara dayanan kanaatlerine, bu ikinciler ruhani unsurları da karıştırmaya başlamışlardır. Fakat etraflarında gördükleri tabiat kuvvetlerinden üstün kuvvet ve kudretleri idrake görgü ve tecrübeleri müsait olmayan evvelkilerle, kendi öz varlıklarında henüz sezebildikleri ve duyabildikleri bazı ruh kudretlerinin tesiri altında kalarak onlardan daha üstün bir kudretin mevcudiyetine akıl erdiremeyen bu sonuncular arasındaki mesafe - ister uzun, ister kısa olsun - gene bir mesafedir. Yani bunlar, aralarında az çok irtibat bulunan iki komşu telakkidir. Binaenaleyh bunlar da evvelkiler hakkında serdolunmuş şartlar ve kayıtlar altında, yani beşeriyetin henüz bugünkü geniş idrak ve ıttıla vasıtalarından mahrum bulunduğu devirlerde bu kanaatlerinde mazur idiler. Çünkü bunların gayesi Allah'tı ve onlar bu gayelerinde samimi idiler. Zamanlarında kendilerini irşad eden varlıklar, onların bu ruh kudretleri derecesini ve gayelerindeki samimiyeti idrak ederek kendileriyle o tarzda konuşmuşlar ve Büyük Hakikate müteallik sözlerini, onları tatmin edici, fakat aynı zamanda daha ilerisini görmeye başladıkları zaman ileri mefhumları da anlayabilmelerini temin edici şekilde söylemişlerdi. Bu suretle onlar o zamanki kanaatlerinde haklı idiler, duygularında samimi idiler ve yollarında doğru idiler. Fakat dediğimiz gibi, insan ruhu hep aynı tekâmül seviyesinde duramaz. Binaenaleyh daha üstüne nisbetle geri olan, bulunduğu noktada kalmakta o, ebediyen devam edemez. O nokta, bir evvelki noktaya nazaran kazanılmış bir merhaledir ve bir yükseliştir. Ancak gelecek daha yüksek bir merhaleyi kendisine kazandırmaya bir vasıta olmak şartıyla . İnsanlar eğer kendileri için hakikat yolu olan, samimiyetle inandıkları bir kanaati değişmez ve son bir merhale sayarlar ve onun ötesine geçmek cehit ve gayretini göstermezler ve orada ebediyen saplanıp kalırlarsa o kanaat sapık bir istikametin yolunu tutar ve ilk nezahatini ve safiyetini kaybeder. İşte o zaman tek dinin yeni habercileri, muhtelif isimlerde veya hiçbir isim taşımadan o insanların arasına hakikatin yeni ışıklarını saçarak, bu istikametini değiştirmiş yollara tekrar eski nezahat ve safiyetini kazandırmağa çalışırlar. Bu da yükselmeyi Allah'a kendisini daha yakın duymağı şiar edinen insanlar için büyük bir fırsat olur. Böyle fırsatlarla karşılaşıp da ondan istifade etmeyenler ve bulundukları noktaya çivi gibi saplanıp kalanlar biraz vicdanlarını dinlerlerse bu hareketleriyle ne kadar büyük hata işlemekte olduklarını anlamakta gecikmezler. Böyleleri, vicdanlarının kendilerini ileriye, yani ezelden ebede kadar giden hakikatin nuruna doğru fırlatıp yükseltme kudretini içlerinde duydukları halde hangi tesirin altında, ne sebep ve maksatla olursa olsun, buna mukavemet ederek huzur ve istirahatlerini eski tempolarında musirren yürümekte arayan gafil kişilerdir. Böyle sistematik ve vicdana mugayir bir Allahlık iddiasında ısrar etmek de artık tehlikeli ve sapık bir yola düşmek olur.
İşte bugün şarkta, garpta, şimalde ve cenupta görülebilen bu ruh hali üzerinde biraz durmak istiyoruz. İşe başlamazdan evvel, gene tekrar edelim ki daha ilerisini görmeye ruh kudretleri henüz kâfi gelmeyenlerin her yerde olduğu gibi buradaki samimî inançlarına da saygı gösteririz. Zira Allah'ı gaye edinerek, başka hiçbir menfaat düşüncesini araya karıştırmayarak ve vicdanın emrinden dışarı çıkmayarak iyi düşüncelerle ve büyük bir Allah sevgisi ve iştiyakıyla harekete geçmiş her ruhun tuttuğu yol, ne olursa olsun, mukaddestir, mübarektir. Ve o varlığın yürüyebileceği en doğru yol da bu yoldur. Binaenaleyh bizim bu kısımda temas edeceğimiz noktalar böylelerine ait değildir.
Panteistçe kanaatlerin muhtelif zamanlarda, muhtelif muhitlerde tezahür eden ve birbirinden ufak tefek farklar ayrılan şekilleri ve tarzları vardır. Fakat bütün bunlar bir tek temel noktada birleşmek suretiyle müşterek bir haleti ruhiyeyi ifade eder. Biz bu şekiller ve tarzlar üzerinde ayrı ayrı durmayacağız . Zira maksadımız herhangi bir dedikoduya zemin açmak değildir. Umumî prensipler bakımından biz sadece bu müşterek haleti ruhiyeyi ifade eden o tek noktayı ele alacağız. Bu nokta: Allah'ın insandan ayrı olmaması ve bir an gelince insanın Allah'ta fena bulması, yani beşerî hüviyetin İlâhî hüviyette kaybolması mefhumu etrafında toplanır.
Bu noktanın mütalâası kitabımızın en nazik bendini işgal edecektir. Bu bahis üzerinde durmakla biz, bir hakikati ifade ederek vicdanımıza karşı duyduğumuz borcu ve Allah'a karşı olan insanlık vazifemizi ifa etmiş oluyoruz.
Evvelâ şunu tekrar arz edelim ki insan hiçbir vakit Allah olamaz. Vaktile taşı, ağacı, hayvanı ve firavunu Allah sananlar nasıl iptidaî bir haleti ruhiye içinde bu hataya düşmüşler, fakat ancak ruh kudretlerinin kifayetsizliği bu hatalarından dolayı bazılarını mazur göstermişse, bugün daha ileride olması lâzım gelen insanlar arasında da kendilerinin Allah olduklarını veya olacaklarını sanan ve büyük bir kısmının mazur görülmemesi icap eden insanlar vardır. Ve bu insanları bugünün ve bilhassa geleceğin dünya varlıkları olarak saymak biraz güç olur.
En büyük gayesi ve tek ideali Allah'ın yeryüzünde ve her yerde mütecelli Muradının tahakkuku yolunda nefsini feda etmek olan ve Mutlak bahsinde arz ettiğimiz şekilde bugünkü insan idrakinin varabildiği en ileri bir anlayış ve duyuş seviyesine yükselip Allah'ı sonsuz bir aşk ve iştiyakla anarak Ona yönelen ve Onun tarif ve tavsifi imkânsız Kudretinin büyük tecelliyatının en küçük bir zerresini bile öz varlığında duyunca ona bütün varlığıyla bağlanan bahtiyar insan, hangi isim ve hüviyet altında ve hangi yolda olursa olsun muhteremdir, mübarektir ve Allah yolundadır. Bu gayenin, bu arzu ve iştiyakın, bu bağlanışın tahakkukuna giden bütün yollar birer vasıtadan ibarettir. Ve bu arzu ve iştiyakın, bu bağlanışın tahakkukuna yarayan her vasıta meşrudur ve makbuldür. Yeter ki o vasıta, böyle bir idrak ve özleyiş içinde, temiz bir kalp ve düşünce ile kullanılmış olsun.
Fakat kendi enaniyetini ve hodkâmlığını esas tutan ve bütün izzet ve ikbalini bu enaniyet ve hodkâmlığının tatmininde arayan , hele Allah'ı ve İlâhî kudretleri kendisine maletmiş görünerek, ya enaniyetinden mütevellit kibir ve gururunu tatmin etmek gayesini güden veya başkalarının vicdan hürriyetlerini boğarak onların temiz ve yüksek kudretlerini kendisine birer istismar vasıtası yapmaya kalkışan insan bedbahttır. Kendi tembelliği, inadı ile sebebiyet vermiş olduğu cehaleti yüzünden aldanarak, pek büyük zannettiği maddî ve nefsanî birkaç küçük ve gelip geçici zevkin cazibesinden ayılıp, hakiki nuru uzaktan görmeye başladığı zaman bu insanın duyacağı büyük hüsranın azabı kendisini çok sarsacaktır. Zira, böyle bir insan, Allaha inanmış görünen bir Allahsız olduğunu dahi idrak edemeyecek derecede anlayıştan , bilgi ve duygu kudretinden mahrum, cehli ve ihtirasları içinde boğulmuş bir zavallı kişidir. Bunlar, hemen daima gittikleri yolun kötülüğünü bildikleri halde, nefsaniyetlerinin doymak bilmez izzetinden almış oldukları emirlerle iradelerine çizdikleri istikamete doğru kendi vicdanlarını ve etraflarındaki insanları binbir dereden su getirerek aldatıcı çeşitli dekorlar içinde sürüklemeye çalışırlar. Fakat bilmezler ve takdir edemezler ki bu sürüklendikleri yol nasıl bir karanlıktan çıkmışsa ise öylece bir karanlığa doğru gider. Allah bütün dostlarımızı ve insanlığı böyle bir dalaletin yolculuğuna düşürmesin. Düşmüş olanları da bir an evvel kurtararak onların temiz ve asil ruhlarını ışıldatsın.
Bu mevzu üzerinde müşahede, murakabe, istintaç ve istihraç yolları ile elde ettiğimiz neticeleri yüksek âlemlerde bulunan büyük ruh varlıklarından elbette tahkik ederek onların nurlarından istifade etmek ihtiyacını duymuş bulunacaktık ve duyduk. Zira biz tek başına hareket eden ve kendi fikirlerini yanılmaz sayan kişilerden değiliz . Evvelâ, böyle bir nazariyenin hakikatine samimî olarak ve bütün ihtiraslardan ve menfaatlerden azade bir ruhla, daha iyisiyle karşılaşmak fırsatını bulamadıkları için inanmış insanları mazur gösteren büyük dostumuz Kadir'in bir tebliği ile işe başlıyor ve yüksek ruh plânlarından dünyamıza aksettirilmiş büyük irşatların bu bahse dair olan kısımlarını sevgili okuyucu dostlarımıza bildiriyoruz. Bu sözler bizim değildir. Yüksek ruh âleminin, birçok kimse tarafından kolaylıkla anlaşılamayacak kadar geniş ve şümullü manalar halinde ve insanların anlayabilecekleri tarzda dünyamıza göndermiş olduğu kıymetli bir tebliğdir, bir mesajdır:
KADRİ: (20/8/1947)
“Sual — Vahdeti vücut felsefesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
“Kadri — Bu vardı. Böyle bir meslek eski zamanlarda mevcuttu. O zamanın yolları şimdiye nazaran pek kapalı ve çok mahdut sahalara inhisar ediyordu. Bu çıkmazlık içinde herkes kendine uygun düşecek bazı nazariyeleri kabul ediyor ve bunu, ikna edici bir surette etrafa yayıyordu. Bu, o zaman için itiraz etmeyen bir hareketti. Fakat başka çıkar yol da yoktu.
“O zamandan beri asrın terakkisi, insanlarda tecessüs hassalarını çok arttırdı. Birtakım yolların inkişafı için büyük insanlar çalıştı. Gayret etti, bazı hakikatlere çok yaklaştı. Bu nazariyelerin , bu yükseliş ile beraber yıkılması gayet tabiî değil midir? Şimdi size bir şey sorayım: Bu vahdeti vücudu kabul eden insanlar, bu mefkûreyi taşıyan muhit şimdiki zamandan kaç sene evvel mevcut olmuştu?.. Şu halde vahdeti vücuda inanmış, bu nazariyeyi kabul etmiş insanlar da bu kadar sene sizden geridir.
“Her tecrübe, bir devre için lüzumlu bazı hakikatleri muhakkak taşır. Bir insan bütün hayatında asırlarca evvel geçmiş tecrübeleri aynen kabul eder. Ondan sonra bunlardan istifade ederek kendisi de bunun üzerine birtakım büyük şeyler yapmaya gayret eder. Bu olmazsa terakki olmaz. Dünya olduğu yerde kalır.
“Kendi fikrinden, kendi bilgisinden bir kelime bile ilâve etmeden yüzlerce sene evvel kabul edilmiş bir nazariyeyi bugün aynen kabul etmek yukarıda söylediğim gibi terakki değil, o kadar sene geri gitmektir.
“Yalnız, bu nazariyeyi o zaman kabul etmiş olanlar çok haklı idiler. Yani kendilerini ancak bu şekilde kurtarabilmiş ve etrafındakilere bu suretle bir manayı ve bir hakikati ancak anlatabilmişlerdi. Şimdiki usullerle bunun arasında çok fark vardır.
“Bir kere Cenabıhakkın Büyüklüğü böyle bir nazariyeyi düşünmeye bile imkân vermez. Arada o kadar bariz fark vardır ki bunun münakaşası, bir insanın ancak o ayara düşmesiyle kabil olabilir. Bunlar geçmiş birer nazariyeden ibarettir. Neden daha evvelki putperestlik zamanının ilcalarını müdafaa etmiyorlar? Mademki geriliktir, bir adımlık gerilik de koşuda kaybı icab ettirir. Ha yüz sene, ha bin sene... Fark yoktur. Onlardan istifade için okumak ve istifade ettikten sonra hakikate uyan yerlerini bulmak, daha kuvvetlisini ortaya koymak lâzımdır.
“Onlar geçmiş birer tarihtir. Tekerrür etmez ve aynen kabul edilmez. Çok yükselmiş birtakım görüş ve hakikatler mevcut iken bir batağa saplanmak ancak cehaletin ve tembelliğin bir numunesidir. O tenbeller ki ne kendileri bir tek katre ilâveye, ne de böyle bir faaliyet kabiliyetini kendilerinde bulmaya muktedirdirler. Her söyleneni aynen kabul etmişlerdir. Eğer isterlerse bunlar orada pineklesinler. Siz yürür gidersiniz.” Kadrinin vasıta olduğu bu tebliğe ilâveten gene kıymetli ruh dostlarımızdan ve yardımcılarımızdan Akın’ın vasıtalığı ile dünyamıza verilmiş yüksek plânın diğer bir mesajını dostlarımın nazar istifadesi önüne koyuyorum:
AKIN: (2/2/191,9)
“Ruhlar en yüksek hallere girerler. Tekâmül sonsuzdur. Fakat onların Allah olacağını sanmak asla doğru olmaz.”
Eski İslâm ve gayri İslam mütefekkirlerden bazıları, zamanlarındaki insanlara ilâhî yollarda, onların ruh kudretleriyle ve anlayış kabiliyetleri ile ayarlı bazı şeyler söylemişlerdir. Müteakip zamanların genişlemiş idrak sahibi insanlarına dahi, evvelkilerden daha yüksek tertipler dahilinde düşünmeleri, duymaları ve kabul etmeleri şartıyla bir şeyler öğretebilecek kudrette olan bu sözler, eğer bu şartlara riayet edecek kabiliyetteki insanların eline düşmez ve ilk söylenmiş olduğu devirlerdeki insanların nisbeten görgüsüz ve basit ruh hallerine ait bir idrakle anlaşılır ve kabul edilirse bütün kıymetlerini kaybettikten maada, zararlı birtakım yolların kapılarını da açmak talihsizliğine ve değersizliğine düşerler. Meselâ, böyle bir kapıdan içeriye girmiş insanlar arasından kendilerinin Allah olduklarını iddia eden kimseler ortaya çıkabilir. Bunlar, Allahlıklarını duyabilmenin zevklerinden bahsederler ve böyle kötü bir hareketten ürkerek uzaklaşanları da bu zevke erememiş gafillerden sayarlar.
Halbuki hakikî zevk nedir? Ve kendilerinin duyduklarını sandıkları bir yere dayanıp kalan, ilerisine bir adım bile gidemeyen ve hatta biten, tükenen mahdut ve temelsiz bir zevkin; hiçbir hudut, hiçbir nihayet, hiçbir son ve duruş tanımayan ve zevk içinde zevk halinde perde perde açılarak yayılmakta ebediyen devam eden hakikî, nurlu ve bipayan zevklerin yanında ne kadar dar ve hazin bir durumda kaldığını ah, bu dostlar, hakikatte çok iyi olan, iyiliği ve saadeti isteyen ve arayan bu insanlar bir duyabilseler!... Ve anlayabilseler ki Allah'a iman eder, kılıklı Allahsızlık idrakinden doğma bir zevk, nur içinde karanlık bir nokta gibi etrafını karartan zevksizliklerin en büyüğüdür. Ve hakiki zevk, Allah’ın erişilmez, her şeye hâkim, her şeye nafiz, her şeyin sebebi, illeti ve hikmeti olan ve her şeyi kucaklayan Mutlak Kudretlerini öz varlığında duymakta ve nefsaniyetinden ayrılıp bütün insanlığın saadeti, huzuru ve selâmeti uğrunda yapabileceği fedakârlıklarla Onun Muradının naçiz bir kulu, bir hizmetçisi olduğunu idrak etmiş olmanın verdiği hızla kendisini yana yana Allaha bağlamakta ve sonsuz bir tatminkârlık içinde ebediyen sönmek bilmeyen ve gittikçe artan İlahî aşkın ve iştiyakın müebbet ateşini içinde duymaktadır. Allahım, bütün varlıklara bu bahtiyarlığı duymak saadetini bahşet.
İşte vaktiyle söylemiş olduğu sözlerin, bugün de o zamanki gibi anlaşılmış olmasından üzüntü duyan kıymetli bir varlığın aşağıdaki tebliği, birçok dostlarımız için ibret verici ve düşündürücü mahiyet arz eder .
MUHYİDDİN ARABİ: (9/5/1948)
“Sual — Elyevm mevcut asarımza başka eller karışmış mıdır ?”
“Muhyiddin Arabi — Dünyadaki eserlerim keyfiyeti, bir vecit ve hayret anında bulunduğum şu devrede beni çılgına döndürüyor. Asarım nerede?... Ne yaptım ?.. Ne oldu ? Neler söyledim ? Hepsi ruhumda bir azap kıvılcımı halinde başladı. Ve gittikçe büyüyor. Çünkü onları dar zihniyet hâlâ kavramadı. Anlamadı. Sabrederek düşünmedi. Bir sürü havai lâflarla beni zorluklar içine sürüklediler.”
Burada biraz duracağız. Biz ruhların oradaki durumlarını yükselmiş olmalarına rağmen, dünyada yapmış oldukları işlerin tesirlerinden azade saymayız. Onlar dünyada iken iyi ve yüksek maksatlarla başlamış oldukları işlerin ruh âleminde yükselirken, iyi veya kötü neticelerini idrak ederek mesrur veya mahzun olurlar. Bu hal, bizim ruh âlemile temaslarımızda birçok misaline şahit olduğumuz vakıalardandır. İşte Muhyiddin Arabi hüviyetiyle kendisini tanıtan bu muhterem varlığın o andaki hali de böyledir. Tebliğe devam ediyoruz:
“Ben ne dedimse o dediğim kendinden gayrı değildir. O halde ne lüzum vardı ki kitaplarım içerisinde en basit hakikatler dahi anlaşılamamış gibi evrilip çevrilmiş, muhtelif şekil ve suretlere sokulmuş manzaradadır."
Burada biraz duralım. Bu zat kitaplarıma tahrif edilmediğini söylemekte, fakat bu kitaplarla kendisinin anlatmak istediği şeylerin bugünkü insanlarca başka türlü anlaşıldığından şikâyet etmektedir:
"Hayır!... Kitaplarım bozulmadı, fakat ne yazık ki fikirlerim bozuldu. Yani onların safiyeti ihlâl olundu. Yeni baştan üzerinde dursunlar. Görecekler ki ben ne söyledim ise müslümanlar daha garip bir fikir tulû-atma tutuldular ve uzaklaştılar. Ecnebiler hakkımda daha doğru ve isabetli duruyorlar.
“İnsanlara adeta yalvararak benim yürüdüğüm yolu tespit etmeniz lâzımdır. Fakat hakkımda bu kadar konuşmam neye yarayacak?..”
Bu tebliğdeki sözlere ilâve edebileceğimiz bir şey yoktur. Anlamak kudretini gösteren, hür bir vicdanla bitaraf düşünen ve herhangi bir dış tesirin esaretinden ruhunu kurtarmak bahtiyarlığına ermiş bulunan her insan, bu sözlerin hakikî mânasını anlayacak ve anladıkça da geçmiş zamanın iyi niyetli ve nadir yetişmiş insanlarının, zamanlarındaki insanlara, ancak onların anlayabilecekleri beden diliyle anlatabilmek imkânını buldukları hakikatleri, kulaklarıyla duymaya çalışacaktır. Ve böyle yaptıkça da ruhunu parlatacak, revnaklandıracak ve yükselme yollarına sokacaktır. Zira hangi isim ve hüviyet altında olursa olsun, şu veya bu tesir altında Allahlık iddiasında bulunarak gafletlerin en büyüğüne düşmüş bir insanın bile ruhu, gene bir cevherdir, bir kıymettir, bir nurdur. O insan, bu gafletten kurtulduğu andan itibaren, o nuru etrafındakileri de aydınlatabilecek kudretli bir ışık haline sokmak bahtiyarlığına her an erişebilir. Bunun için ondan beklenen şey; idrakini hapseden her türlü hudut ve son mefhumundan kendisini kurtarıp sonsuzluğu da yaratan ve kucaklayan Allah'ın , Mutlak Kudret olduğuna - Mutlak hakkında duyup anlayabildiği en yüksek mânada - inanarak hissile, fikrile, fiil ve hareketi ile O Büyük Yaratıcısı yolunda yaşamak ve yükselmek zevkine erişebilmenin yollarını araştırmaktır ki bunun da çaresi, bu yola girmeyi bir ihtiyaç halinde duymaya ve özlemeye çalışmaktır.
Gene sözlerinin bugünkü telâkkiye göre yanlış neticeler vermesinden üzüntü duyan kıymetli ruh varlıklarından, tebligatını kitabımızın muhtelif yerinde saygı ve sevinçle naklettiğimiz Mevlâna Celâleddin Rumi'nin bir suale vermiş olduğu cevabı da hakikat araştırıcılarını aydınlatıcı bir tebliğ olarak yazıyorum.
MEVLÂNA CELÂLEDDİN RUMÎ: (27/3/1948)
“Sual — Divanımızın birinde “Ey Allah’ı isteyen insanlar, siz Allah’sınız . İstemeye hacet yok, sizsiniz . Bir şey kaybetmediniz. Ne arıyorsunuz? Sizden başka kimse yoktur. Nereye gidiyorsunuz? Evde oturunuz. Kapı kapı dolaşmayınız. Zira siz hem ev, hem ev sahibisiniz ...” buyurduğunuzu tefsir buyurur musunuz?
“Mevlâna Celâleddini Rumi — inkâr etmeyelim ki bu sözlerim sizde tamamen zıddına bir tesir bırakmış, insan , insandır. Allah elbette onu yaratan. Fakat insan, insan olalı Allah’sız değildir. Öyle ise Allah’la her zaman birlikte. Bir an Onsuz insan olamazdı, ne demektir?..
“İnsan Onunladır. Yani O, amil olmuştur. Siz bunu daha ileri götürerek: biz Allah’tan , biz Allah’a , diyiniz. Bunda Onun tamamiyetini ihlâl eder veya Onun kurusunu itmam eder bir şey, bir mana arasanız Allah’ı inkâr dersiniz. Çünkü Allah ne tamamdan, ne noksandan, ne eşyadan, ne de insandan münezzehtir. Öyle ise siz İlâhî yolda insansınız. Evladım , Allah’sız insanı anlayamıyorum .”
Kendisini Allah zanneden ve hakikati panteizmada ve vahdeti vücutta yani kâinatın Allah ile ittihadında gören bazılarına karşı, zamanlarındaki insanların anlayış ve telakki tarzlarına ve kabiliyetlerine göre konuşmuş olan eski mütefekkirlerin sözlerini, asırlarca sonra bugün dahi aynı mealde ve tarzda anlamaya çalışmalarının kendilerini ne kadar hatalı yollara götüreceğini yukarıdaki tebliğ açıkça göstermiyorsa çok yazık olur.
Her hakikat, her insana aynı dille, aynı tarzda söylenemez. Bunun hem faydası yoktur, hem de büyük mahzurları vardır. Hele tekâmülün, insanları asırdan asıra düşünce, idrak ve anlayış bakımından daha ileri merhalelere götürmesi zaruretini kabul ettikten sonra, hakikatin muhtelif zamanlardaki insanlara ancak o zamanın anlayış seviyesine uygun bir lisan ve tarzda söylenmesi icap edeceğini de bizzarure kabul etmek lâzım gelir . Her orta derecede düşünebilen insanın da makul göreceği bu hali, zamanlarında insanlara hakikat yolunda bir şeyler anlatmak vazifesini yüklenecek kadar görgüleri alelade bir insan seviyesinin üstüne çıkmış varlıkların takdir etmemiş olduklarını düşünmek abestir. Bunun böyle olmasının neden icap ettiğini basit misallerle dahi kendi kendimize izah edebiliriz: Ömründe ne gramofon, ne radyo ve ne de buna mümasil herhangi bir teknik vasıta görmeyen cahil bir ailenin üç yaşındaki çocuğu, bir radyo makinesinin karşısında size, buradaki seslerin nereden geldiğini sorduğu zaman siz hemen ona, bir elektrik mühendisiyle konuşuyor-muşsunuz gibi, radyo alıcı ve verici postalarından, bunların nasıl faaliyete geçtiklerinden, Hertz dalgalarından, dalga uzunluğu farklarından , ihtizazların saniyedeki süratlerinden, dünyanın her memleketindeki postaların alıcı verici teşkilâtından... bahsetmeye kalkışırsanız o çocuğa bununla hiçbir şey anlatmış olamayacağınız gibi, size sual sorduğu için de onu pişman olmuş bir duruma sokmuş bulunursunuz. Binaenaleyh burada sizin en akıllıca yapacağınız iş kısaca, çocuğun zekâsına ve anlayış kabiliyetine göre ve onu hazırlayıcı mahiyette bir şeyler uydurup o an için tatmin etmeye uğraşmaktır. Bunu siz o çocuğun her yaş ilerleyişinde genişlete genişlete idare ederek muvaffakiyetle yapabilirseniz o çocuğun yetişmesine çok büyük bir yardımda bulunmuş olursunuz. Zira sizin sözlerinizin, yaşına göre onu tatmin etmiş olması, o çocuğun o yaşta bilmesi lâzım gelen şeyler hakkında onu ileriye doğru hazırlayıcı en münasip yolda bulunup söylenmiş sözler olduğunun güzel bir delilidir. Çünkü Allah insanların her adımını bir ileriki adımından daha geri, fakat o adımı hazırlayıcı kudrette yaratmıştır. Yeter ki siz bu hakikati bilip hocalığınızı ona göre yapasınız. Böylece o çocuğun yaşı ilerler. Ve her ilerleyişte sizin ona anlatacağınız realiteler evvelkilere nispetle daha yüksek ve şümullü olur. Ve böylece onun anlayışı, sizin anlatışınız yüksele yüksele nihayet ona, 30 - 40 yaşına gelmiş tecrübeli bir elektrik mühendisinin anlayabileceği şekilde, bu radyo hikâyesini anlatma mecburiyeti karşısında kalırsınız. Buna rağmen, yani o bu yaşa geldikten sonra da bu hikâyeyi hâlâ üç yaşındaki haliyle ve anlayışıyla dinlemek ve kabul etmek isterse o zaman bunun açık mânası şu olur; yaşının ilerlemiş olmasına rağmen o zatın zekâ ve anlayış kabiliyeti maalesef üç yaşındaki halinden pek fazla ileri gidememiştir.
Bir insanın hayatında böyle muhtelif çağlarının çeşitli anlayış kabiliyetleri mevcut olduğu gibi bütün bir beşeriyetin de muhtelif tekâmül çağları ve bu çağlara mahsus muhtelif anlayış kabiliyetleri vardır. Siz hiçbir vakit bir mağara adamına bugün bizim anladığımız ve kabul ettiğimiz yüksek manadaki Allah mefhumunun yüzde birini bile anlatamazsınız. Bununla beraber o, Allah’a karşı belki oldukça derin duygulara sahip olmuş bulunabilir. Fakat bu duygusunun illetini, esaslarını ve şümulü derecesini tayin ve tahlil etmek ve anlayabilmek bakımından onun kudreti sizinkine asla yaklaşamaz. Demek ki bir mağara adamıyla sizin aranızda aşılacak yüzlerce merhale vardır. Ve her merhalenin de o merhalede bulunan varlıklara müsaade ettiği muayyen ve mahdut anlayış ve idrak imkânı mevcuttur. Her insanla, ancak, onun bulunduğu tekâmül merhalesinde konuşulan dille görüşülebilir. Bunun dışında, başka bir lisanla söylenen sözlerin hiçbir faydası olmaz ve belki de yanlış manalara ve tefsirlere yol açarak onlar zararlı neticeler de doğurabilirler. İşte bu sebeptendir ki, bu kitapta geçen sözlerin herkes için olmadığını baştaki bir iki söz sayfasında tebarüz ettirmiştik. Zira bugün dahi daha asırlarca zaman evvelki ruh hali içinde yaşamakta bulunan milyonlarca insan mevcuttur. Ve böyle olması da dünya kanunlarının icabatındandır . Tekâmüle inanan her insan bu icabı takdir ve kabul eder. Yalnız temenni olunan ve özlenen şey, insanların bu geri merhaleleri süratle atlatmaları ve insanlıktan bugün beklenen olgunluk yaşının icabatına uygun bir anlayış ve görüş seviyesine mümkün olduğu kadar çabuk ulaşmalarıdır. Bu da her an parlamaya , her an ileri atılmaya ve her an ön saflara geçmeye müsait olan ve her insanda mevcut bulunan ruh kudretlerinin harekete geçirilebilmesi nispetinde başarılabilen bir iştir. Yeter ki o insan, dediğimiz gibi, bunu istesin. Ve istemek için de kendisini, mıhlamış olduğu bir kazığa ebediyen ve sımsıkı bağlı tutmaya çalışan kökleşmiş kanaatlerini yeni bilgilerle, yeni ilhamlarla nurlandırarak hiç olmazsa bir adım daha yukarı doğru yükseltmek suretiyle vicdan hürriyetine kavuşmanın yolunu tutmuş olsun.
Ruh âleminin yüksek plânlarından alınıp muhtelif kanallardan bize nakledilmiş büyük hakikatleri taşıyan tebligatın istisnasız olarak hepsi, insanın Allah olduğu veya Allah’la birleşeceği fikrini kati bir ifade ile reddetmektedir. Bilhassa kendisine sarsılmaz itimadımız olan ve fikirlerimizin mesnedi bulunan bir büyük ruh üstadımıza! aşağıdaki sözleri, ruhların hiçbir vakit Allah veya Allah’ın cüzü veyahut bir parçası olamayacağı noktasında ısrarla ve açıkça durmaktadır.
ÜSTAT: (31/5/1936)
“B. R. — Ruh bir madde midir?
"Üstat — Bunu evvelce de söylemiştim, ruh ancak perisperisi ile maddedir.
B. R. — Bizzat ruhun kendisi nedir?
"Üstat — Madde değildir. Bir lemai İlâhidir. Bu kadar tarif edebilirim.
B. R. — Mademki ruh bir lemai İlâhidir. O halde onun ilk zamanlarda tecrübesiz ve görgüsüz olduğunu nasıl kabul edebiliriz?
“Üstat — Unutmayınız ki lemai İlâhiye dediğim zaman size ancak bu kadar tarif edebilirim, demiştim. Bunu ancak Allah'ın bir alevi mânasına telâkki etmeyiniz.
“B. R. — Allah'ın Büyüklüğü ile, ruhun tecrübesizliği ve görgüsüzlük halini nasıl telif edebiliriz?
“Üstat — Unutmayınız ki — haşa — Allah'ın bir cüzü, demedim.
“B. R. — Bir cüzü, demediniz. Fakat Allah'tan sadir olan...
“Üstat — Sadir de demedim.
“B. R. — Allah'a nisbet edilen? Bu sözü tekit buyuruyor musunuz?
“Üstat — Allah'ı kastediyorsanız hayır! Onun mahlûku, Onun vücut verdiğini kastediyorsanız evet.
“B. R. — Şu halde lemai İlâhiye, sözünüzden maksat, Allah'ın vücut verdiği, halkettiği, demektir, öyle mi?
“Üstat — Evet, başka türlü tarif edemem..” Bu tebliğdeki sözlerin yüksek manası, bütün büyük din kitaplarının Allah'a müteallik bahislerinde yazılmış olan sözlerin, hiçbir tefsire tabi tutulmadan anlaşılan manalarının ta kendisidir. Yani, Allah kâinatı ve bu meyanda ruhları yaratmıştır. Onun ne benzeri, ne şeriki, ne naziri yoktur. O, hiçbir varlıkla kıyaslanamaz, hiçbir sıfatla vasıflandırılamaz. Mahlûkat, hiçbir vakit Halik olamaz. Mahlûkatın ezelde veya ebette hâ-lik oldukları kabul edilince hilkat mefhumu ortadan kalkar. Hilkat mefhumu ortadan kalkınca, Allah mefhumu bir sözden ibaret kalır. Allah mefhumu sözden ibaret kalınca da dalâlet bütün dehşetiyle ve korkunç ruh tahripkârlığı ile ortaya çıkar. Bugün dünyanın birçok yerinde olduğu gibi. Allah'ın emir ve kanunlarına uyan yüksek ruh plânının izni ve direktifi altında dünyamıza tebliğ vermek suretiyle bizleri irşat etmiş kıymetli ruh dostlarımızdan Mustafa Mollanın bu büyük bahisle ilgili bir tebliğini burada saygı ile naklediyorum:
MUSTAFA MOLLA: (22/4/1950)
“Asırlardan beri ölü konuşanlar!... Allah ’ı, kâinatı ve insanı yekvücut sayan dalâlet yolcuları!.. Bir zerrenin dahi sırrını çözemezken, kendi içlerindeki serazat ışık seylâplarını Hâlıkın makam sanmışlardır.
“Çok şey dilersiniz. Her şeyi alırsınız. Pek az düşünür, pek çok yanılırsınız. Büyük bedbaht, kendini aldatmış olandır.’’
Burada biraz duracağız. Hayatının her saniyesinde idrak etmiş olduğu aczini görerek kendisini asla Allah olamayacağını bilmesi lâzım gelen insanın gene Allahlıktan dem vurması, kendisini, yani vicdanını aldatmış olmaktan başka bir şey ifade etmez. Biz evvelce de bir nebze bahsetmiş olduğumuz bu hale: ruh parçalanışı, ismini vermiştik. İşte bu ruh parçalanışı bedbahtlıkların en büyüklerinden birini teşkil eder.
Birkaç sene evvel, bir yerde, yeni mefluç olmuş zavallı bir şeyh efendi ile tanışmıştım. Kendisinin bir tarafı baştan aşağı tutmuyordu. Diğer bazı zevatın da hazır bulunduğu bu mecliste mefluç şeyh, zannedersem, başka bir hoca efendi ile bir müddet evvel yapmış olduğu bir görüşmesini şu şekilde anlatmıştı: ”Kur’andan aldığım ayetlerle adama sözlerimi birer birer kabul ettirerek, insanın Allah olduğunu ispat ettim. En nihayet: o halde ben Allahım, dedim. Sustu. Ve itiraz etmedi. Öyleyse, dedim, mademki ben Allahım, haydi bakalım şimdi bana secde et!” Hoca bu sözüm karşısında irkildi ve “yoook! bunu yapamam” dedi. Yapamaz, çünkü adamın kafası işlemiyor. Kur'an'ın zahiri mânasından dışarı çıkamıyor.” Bu sırada hazirandan birisinin küçük bir itirazı karşısında şeyh efendi fena halde gazaba gelmişti. Bu yüzden artan rahatsızlığını gidermek için masanın üzerindeki damla ilâcını almak ihtiyacını duydu. Fakat masa, yanında olduğu halde uzanıp onu oradan alarak bardağa boşaltmak kudretsizliği buna mani oldu. Bu aczini gördü ve etrafındakiler de gördüler. Bilhassa o anda dikkatini benim üzerimde toplamış olduğu için , evvelki korkunç iddiası ve şimdiki şu biçare aczi arasındaki şayanı ibret tezada derin bir acıma hissi duyarak baktığımı keskin zekâsıyla anlamış ve bu hali izzetinefsine yedirememişti. İşte o zaman, nefsaniyetinin şahlanışı ile ruhundan kopup gelen şu tazallümkâr, aynı zamanda isyankâr sözleri, kendi kendine veya vicdanından nefsaniyetine hitaben zahirde kalenderane bir neşe içinde söylemişti: “Behey adam! Bir taraftan Allahım, dersin. Öbür taraftan yanındaki masada duran bir ilâç şişesini bile almaktan âciz olursun. Bu ne biçim Allahlık?” Ve hazıruna dönerek şunları ilâve etti: “Eğer altı aya kadar bu dertten kurtulamazsam kendimi denize atarım. Böyle çarpık Allah olmaz. Allah seni mademki Allah yaptı, bu çarpıklığımı düzeltsin.” Dehşet!.. O zaman hakikaten daha çok acıdım. Bütün zâhirî görünüşe rağmen o, bunları şaka olsun, diye söylemiyordu. Yeni felç olmuş bir adam bu şekilde bir şaka yapamazdı. Bu ancak ruhen parçalanmış insanlara mahsus çok karakteristik bir ruh halinin bariz ve acıklı bir ifadesi idi. Ve ancak, böyle beşerî aczin duyulduğu anlarda nefsaniyetle vicdanın, idrak sahasına çıkan zorlu mücadelesinin bir tezahürü idi. Bununla beraber, bu adamın ruhundaki derin ıstıraplarını, fani birkaç maddî cazibe, bir çocuk oyuncağının ağlayan çocuğa temin ettiği gelip geçici sevince müşabih bir sükûnetle muvakkaten belki gene dindirebilir. Ve bu hal bilhassa böyle parçalanmış insanların kendilerini tekrar toplıyabilmelerine imkân bahşeden büyük bir İlâhi lütuftur.
Allah, ruhları bölünmüş böyle insanların hiç olmazsa bu muvakkat sükûnet anlarından faydalanarak, kendilerini toplıyabilmelerine yardım edecek ilhamları onların kalblerinden eksik etmesin. Ve hiçbir kimseyi parçalanmış ruh halinin böyle kötü azaplarına düşürmesin. Tebliğe devam ediyorum:
“Bir ucu ezelde, bir ucu ebette olanla; bir ucu doğuşta, bir ucu mezarda olanla nasıl bir değilse insan, kâinatın mihrakı insan hiç bir zaman Allah'ta değildir. Fakat O Allah ki kendini sizde temaşa ettiğini söyleyerek ne büyük tevazu göstermiştir! Onun içindir ki, ancak alçak gönüllüler Tanrı yolundadır.
“İradelerinin elleri, ihtiras zincirleriyle benliklerine bağlı yaşayanlar , siz daha bedbahtsınız..”
Burada gene duracağız. Kendilerini Allah sananlar, Allah tarafından yaratılmış olduklarını inkâr edenlerdir. Zira Allah’ın kendi kendisini yaratması bahis mevzuu olamaz. Böylelerinin ruhlarında, şahlanması her an beklenen nahvet ve nefsaniyet yılanları, büyük bir tevazu kisvesi içinde pusu kurmuş halde fırsat kollamaktadır. Ve yazık ki bu yılanın azgınlık devresi hulûl ettiği zaman ilk sokacağı varlık gene onların kendi ruhları olacaktır, işte bu hakikati görmeyip o nefsaniyet ve nahvet yılanının aldatıcı tevazuu ile vicdanlarını uyuşturmağa çalışan insanlar, bütün iradelerini nefsaniyetlerine terketmişler ve nefsaniyetin gizli ihtirasla dolu sürükleyişlerine kendilerini pasif olarak koyu vermişlerdir.
“Zira insan iki yolda bir daire-i mahbusiyete girer. Biri, kendini kaybedip her şeyde şuursuzlaşan; diğeri, her şeyin şuurunu kendi benliğinde kaybedenlerdir ki bir çemberin aynı noktasından muakis istikamette fasılasız ve göremeden koşarlar.”
Kıymetli dostlarımın müsaadeleriyle burada tekrar duracağım. Bu sözlerden benim anladığım mana şudur: insan iki bakıma göre yolunu şaşırarak kendisini kapalı bir dairenin içinde hapseder. Bunlardan birisi inkarcı maddeperestliktir. Bu yolu tutanlar öz varlıklarını inkâr ederler. Ve kendilerini tabiattaki sayısız maddelerden bazılarının bir araya toplanmasıyla hâsıl olmuş ve nedense muvakkaten şuurlanmış bir atom mecmuasından ibaret sanırlar ki, günün birinde bu atomlar darmadağınık hale geldikleri zaman onlar da ferdiyetlerinin şuur ve idrakini kâinatın cansız maddeleri içinde ebediyen kaybedip gideceklerdir. Diğer yolu tutanlar ise panteistlerdir. Bunlar da kendilerinin Allah’la birleşeceklerini sanarak ferdiyetlerinin şuurunun Allah'ta ve kâinatın şuurunun da dolayısıyla kendi şuurlarında kaybolacağını vehmederler. İşte bu yolsuzlukların ikisi de birbirine zıt istikametlerde yürümekle beraber karanlık bir noktada birleşmeye mahkûmdurlar ki bu nokta da; şuur ve idraklerinin bir kül içinde eriyip gitmesi, yani varlıklarına ait şuurun yok olmasıdır. İşte bu hal, onların ruh kudretlerinin ve bilhassa iradelerinin selâmetini bozan ve kendilerini er geç yutacak karanlık bir meçhulün âtıl ve gayesiz yolcusu haline sokan bir kanaatin mevlududur. Tebliğin mütebaki kısmına devam ediyorum ;
“Size gökler sitem etmiyor.. Bilakis sizinle çiçeklerin ıtri kadar lâtif, mehtabın ipek telleri kadar yumuşak ve yıldızların yanılmaz dikkatleri kadar uyanık bir dille Tanrı her an en güzeli, en doğruyu, en iyiyi konuşuyor.”
Bu sözler İlâhî adaletin ve iyiliğin büyük tecelliyatının çok küçük bir kısmını ne güzel bir ifade ile anlatıyor! Filhakika bütün bu aykırı kanaatleri besleyenlere , bu yanlış yolları tutan gafil yolculara Allah buuz ve adavet etmez. İlâhî kanunlar onları, her uyandıkları ve hakikat güneşini görmeyi istedikleri anda yüksek mıntakaların ve ucu bucağı bulunmayan en muhteşem ve parlak âlemlerin mesut varlıkları haline koymaya hazır bir vaziyettedir. Yeter ki, insan bu hakikati görsün veya görmeye çalışsın ve onun güzelliğini, doğruluğunu ve iyiliğini duyabilmek kudretine erişmenin yollarını araştırsın.
Hülâsa, eskilerin (fena fillah) sözünün mahiyeti ve ifadesi bize göre şudur : İnsan maddî ihtirasat ve nefsaniyet ile sürüklenmiş olduğu levsiyattan kendisini kurtardıkça, içinde mevcut bulunan temiz, yüksek ve müteal ruh kudretlerinin nurunu hissetmeye başlar. Ve maddî zevklerin hiçbirisiyle kıyası mümkün olmayan , bu hissedişin ona verdiği büyük zevkler o zamana kadar tatmamış olduğu bir hayatı cavidanide kendisini yaşatır, işte bu anda o, öz varlığının kâinat değerindeki namütenahi kudretlerinden bazılarının küçük bir parıltısını muhteşem bir ışık ummanı ve tufanı halinde duyar. Bu umman, gene onun öz varlığında mündemiç olan ve öz varlığının illeti ve sebebi hayatı bulunan İlâhî murada doğru yükseliş iştiyakının ve Allah aşkının huzur ve saadet verici dalgaları ile beslenir ve derinleşir.
İşte böyle Allah’a karşı duyulan aşk ve iştiyakın kucaklamış olduğu bir ışık ummanı ve tufanı içine kendini gömülmüş gören insan, artık Allah’tan başka bir şey düşünemez, duyamaz, göremez ve anlayamaz olur. Ve kendisini o anda tamamiyle unutur. Bu öyle ulvî bir andır ki, eğer insan sonsuz ve her türlü şümul mefhumunu da kucaklayan Allah’ın Mutlak varlığı mefhumu üzerinde o zamana kadar hiç durmamış ve bir şeyler düşünmemiş idiyse beşerî manada ancak vecit tabiriyle ifade edilebilen bu andaki ruh hali içinde, o insan kendi varlığının, Allah’ın Varlığında kaybolduğunu, eridiğini ve hatta yok olduğunu sanarak masumane bir hataya düşer ve bunun neticesinde de kendi idrak ve şuurunun günün birinde, böylece fena âleminin ebediyeti içinde yok olacağını bir ideal, bir gaye edinmek gibi bâtıl bir fikre ve nazariyeye saplanabilir.
Allah’ın erişilmez ve hiçbir şeyle nisbet kabul etmez Mutlak Varlığı hakkındaki müteal mefhumlara insan nüfuz edebildikçe böyle vecit hallerinin, Ona yaklaşmak değil, O’nda tükenmek değil, O’nda yok olmak, O’nda ebedî zevale ve fenaya kavuşmak değil, bilâkis Ondan hızını, kuvvet ve kudretini alan öz varlığının bütün hudut, zaman ve mekân mefhumlarını aşan ve şümulüne payan olmayan ebedî hüviyetiyle , İlâhî aşk ve iştiyakın perde perde açılarak kendinde doğacak daima yeni ve daima birbirinden nurlu ışıklarını his ve idrak etmesi manasını taşımakta olduğunu anlar, kabul eder ve bu anlayış, kabul ediş o cavidanî hayatın sonsuz ve tükenmez saadetlerine kendisini ulaştırır.
İşte eski hükemanın ve ulemanın , fena fillah, sözünden - kendi zamanlarında anlaşılan manasını nazarı itibare almıyoruz, fakat bugün vahdeti vücudu değil, bu izah ettiğimiz manayı çıkarmak ve anlamak lâzımdır. Yoksa insanın kendi içinde her an duyabilmesi mümkün olan en küçük bir parıltıyı görür görmez hemen onu Allah sanıvermesi, iptidaî bir insanın gökyüzündeki güneşin parlaklığı karşısında ona tapmaya kalkışması kadar kolay, basit fakat bugün için sapıkça bir ruh halinin ifadesi olur. Ama bugünün ileri merhalelerinde bulunan insandan beklenen şey bu kadar basit ve küçük olamaz.
Allah yolu oyuncak değildir. Herkes için zarurî ve mukadder olan bu yolun çeşitli kapıları, ancak elde mevcut anahtarların şekline ve biçimine göre açılırlar veya açılmazlar. Ve açılmayan kapıların önlerinde birer cehennem yatar ki, bu cehennem, gene insanın kendi içinde her an kendisiyle beraber taşıdığı vicdanıdır. Allah, herkesin kendisine isterse bir cehennem de yapabileceği vicdanını, İlâhî zevklerle dolu cennetler haline koymak kaderini insanlara bahşetsin.