II — Maddelerden, Objelerden Veya Varlıklardan Bazılarını Kendilerine Allah Yapanlar

Allah'ı inkâr etmek sapıklığı yanında ekseriya masumane ve hüsnüniyetle yapılmış bir hareket daha vardır ki o da insanların, etraflarında bulunan eşyadan veya varlıklardan bazılarını Allah sanmalarıdır .

Az çok ruhen bir şeyler hissetmeye başlamış olmakla beraber, bu hissedişin henüz kifayet derecesinde olmaması yüzünden, ruhta mevcut objektif müşahedelerin intihalarının, bu duygulara hâkim bir duruma geçmesi neticesinde hâsıl olan bu hal, esas itibariyle kötü bir maksada matuf değildir. Bilakis bu, kendisini yaratan Kudreti anlamak ve Ona minnet, şükran ve saygı duygularını sunmak ihtiyacının doğurduğu bir ruh halidir.

Her insan Allah yolunu aynı kudrette tutamaz. Ve her insanın Allah'a , yönetebilen bir tarafı, bir kudret ve takat derecesi vardır. Bu da o insanın tekâmülü neticesinde ulaşmış olduğu anlayış ve duyuş seviyesine göre değişir. İşte iptidai, meselâ mağara devrindeki basit düşünceli ve duygulu bir insanın Allah telakkisi, kâinata dair görüşü ve duyuşu nispeten ilerlemiş ve şümul kesbetmiş bugünün ileri durumda bulunan bir insanınkine nazaran elbette geridedir. Bununla beraber Allah duygusuna sahip olmak, en iptidai bir insanın da ihtiyaç halinde duyabileceği en tabii bir haktır.

Halbuki kâinat halikindeki bilgi ve düşüncesi, kabiliyetleri çok mahdut duyu organlarının takdir edebildiği maddi kıymetlerin üstündeki kıymetleri idrake müsait olmayan böyle bir insan için en büyük kudret, gene o kıymetteki varlıklardan biri olacaktır. Diğer taraftan, iptidai bir insanın herhangi bir kudret hakkındaki telakkisi, bugünkü ileri bir insanın telâkkisine nazaran başkadır. O kudret derken kendi ölçüsüne ve takdirine göre, maddi ve beşeri manada, gerek kendisi ve gerek muhiti için ya en yararlı veya en korkunç veyahut en esrarengiz gördüğü hâdiselere sebep olan varlıklara ait hususiyetleri düşünür ve nazarı itibara alır. Meselâ, akan bir nehir, ateş, güneş, ağaç, öküz, kuş, şu , bu... mukaddes birer kudret, birer varlık halinde onun için tapılacak birer mevzu olur. Fakat o bunların maddi varlıklarına değil, o varlıkların birer vasfı olan kudretlerine bağlanarak Allah mefhumuna doğru tırmanmaya çalışır.

Bu tapılan mevzular, böyle eşyalardan veya tabiat kuvvetlerinden birisi olduğu gibi bir kral, bir firavun veya herhangi bir insan da olabilir. Bütün bunlar, maddeden başka bir şey bilmeyen insanların tasavvur edebilecekleri en büyük kudreti bizzarure gene maddeler arasında aramak mecburiyetinden kendilerini kurtaramamış olmanın bir neticesidir. Bu hal, basit ve ruh seviyesi henüz muayyen görgü ve tecrübelerle yükselememiş varlıklar için bir hata olmaktan ziyade bir zarurettir. Ve Allah bu durumdaki basit insanların ruhunda ancak bu yoldan, Kendisine doğru bir kapı açmıştır. Zira ondan daha büyük bir kapıdan içeri girebilmeye ne o ruhun tahammülü vardır, ne de anlayış kabiliyeti ve kudreti buna müsaittir. İşte o ilk insan böylece, kendisini yaratan veyahut yaşatan Kudretin, muhitinde gördüğü en kudretli şeylerden birisine ait olduğunu sanacak ve kendisine put yaptığı o şeye tapmaya başlayacaktır .

Çok basit ve bilgisiz insanlar arasında Allah'a iman ihtiyacının en iptidai, fakat samimiyetle ve hüsnü niyetle, inanılarak gösterilen başlangıç bir tezahürü halinde kaldığı müddetçe, böyle bir iman da makbuldür. Zira onlar, öz varlıklarında duymakta bulundukları ilahi varlığa ait istek ve iştiyaklarını, görgü ve tecrübeleri ancak bu kadarına müsait bir idrak sahası içinde tatmin edebilmek imkânına maliktirler. Büyük dostumuz Kadri'nin sağdaki tebliği bu noktayı aydınlatmaktadır:

KADRİ: (5/1/1948)

«İnsanlar bilmedikleri ve kavrayamadıkları şeylere muhakkak bir afat vererek onları canlandırmaya çalışırlar. Bu, ezeli bir kaidedir. Çok eski zamanlardaki insanlar da Cenabıhakk'ı düşünmek için uğradıkları müşkülü yenebilmek maksadıyla birtakım şeyleri Ona izafe ederek daima onun vasıtasıyla Allah'ı anmaya çalışmışlardır.

«Bilmedikleri ve birçok kudretini gördükleri ateşi Allah'a benzeterek ona tapınmışlardır . Hakikatte ateş değil, maksut olan gene Allah'tır. Sonra güneşe, taşa, nihayet öküze kadar inmişlerdi öküze inenlerin bu-hmduklan mıntıkada en faydalı şey Öküz olduğundan onu kabul etmişlerdi. Sonra, yavaş yavaş fikirler inkişaf etmiş, bu defa insanlar dünyada gördükleri en muazzam şey kendileri olarak kabul etmişlerdir. Çünkü içlerinde olduğunu zannettikleri ruhlarının, büyük bir şey olduğunu idrak edebilmişlerdir. Bu en büyük şeyin Cenabıhakk'a bir nisbeti bulunacağını düşünerek kendi kendilerine tapmaya başlamışlardır. Netice gene kendileri değil, kendilerini vasıta ederek Allah'ı anmak ve Ona sevgilerini göndermektir.»

Demek ki büyük ruh dostumuz Kadrinin kıymetli tebliğinde sarahatle izah ettiği gibi, Allah'a inanmak ve Ona tapmak ihtiyacını duyan insanlar, tekâmül derecelerine göre ilk zamanlarda, ancak en kudretli gördükleri maddi teşekküller veya canlı varlıklar ve nihayet bizzat kendi mevcudiyetleri kanalıyla Onu aramaya ve bulmaya çalışmışlardır. Bu hal çok tabii ve insanların kudretlerde ayarlı ve ölçülü bir icaptır. Allah'ın Varlığını duymak iştiyakı ile hareket eden böyle bir insan - ilk insan da olsa - beşeri, maddi veya nefsani birtakım karışık düşünce ve hesaplara uyarak Allah'ın Mevcudiyetini sistemli bir şekilde inkâr etmekte musir olan başka bir inkâra insandan elbette daha ileride bir duygu sahibidir. Sayın Kadrinin aşağıdaki tebliği bu bapta bizi tenvir edecektir:

KADRİ: (21/6/1948)

«I. A. — İlk insanın 6000 sene evvelki Allah telakkisi ile, şimdiki insanın bu husustaki düşüncesi arasında fark var mıdır?

«Kadri — Anlayış bakımından çok fark vardır ; ilk insanlar güneşin ne olduğunu takdir etmez, dünyanın vaziyetini henüz kavramamış ve tabiî kuvvetleri insana yararlı bir şekle sokma imkânlarının mevcut bulunabileceğini düşünmek kudretine ermemiş varlıklardır. Yalnız, onlar da Allah'ın büyüklüğünü, çok kudretli bir varlığın bütün tabiata hâkim bulunduğunu his ve idrak etmişlerdi. Kendi bilgileri nispetinde buna bir şeyler ilave ederek o inandıkları varlığa inançlarını ispat etmek çarelerini aramışlardı. Hâlâ Afrika'da birçok vahşilerin telakkileri gene buna yakındır. Neden bu kadar uzaklara... ta 6000 sene evveline kadar gidiyorsunuz? İki arkadaşın bile bu husustaki telakkilerini yakından tetkik ediniz, aradaki farkı derhal anlarsınız. Bu kadar uzun sene geriye gidince bu anlayış ve telakki farkı da o kadar değişir.

«Fakat o zamanlarda bile bugünkü en kuvvetli anlayış ve kavrayışa malik olanlar derecesine yakın , yüksek kudretli insanlar gene vardı. Şuna da emin olunuz ki ilim şayet ruhi kudretlerle müştereken işlerse onların meydana getireceği eser de o kadar büyük olur.

«Onların (yani geçmiş zamanlardaki o bazı ileri kudretteki adamların ) ruhi kudretleriyle müştereken işleyecek ilimleri eksikti. Fakat temel sağlamdı. Mesela, o zaman fevkalade yüksek bir musiki kudreti gösteren bir varlık, elinde bulunan iki tahtâ parçasından, yahut içini oyduğu bir odundan nağmeler çıkararak bir şeyler ifade etmeye çalışıyordu. Bugün kullandığımız musiki âletlerine onlar malik değillerdi. Şimdi bu adam, elinde böyle bir âlet bulunmadı diye acaba hiçbir zaman musikinin vermiş olduğu o yüksek hissi duymamış mıdır?

«Arada tekâmül ve asırların doğurduğu incelik farkı vardır ; ilim rehber olmuş, bugünkü insanları daha yetişkin ve anlayışlı, yüksek bir hale getirmiştir. Şu halde bugünkü insanların, Allah'ı daha iyi kavramış, Onun Yüksek Kudretlerine büyük bir hâdise olarak dört elle sarılmak mecburiyetini hissetmiş olmaları lâzımdı, fakat öyle mi?... Değil. Bilgi artmış, insanlar kavrayış balonundan yükselmiş, fakat ruh hakkındaki düşüncelerde muhtelif şekilde tesirler hâsıl olmuş ve durum gene bugünkü bildiğiniz şekle girmiştir.

«Bugünkü mütekâmil bir insan elindeki birçok vasıtalardan faydalanmak imkânına maliktir. Fakat öteki zavallı, elindeki bir küçük değnekle - bugünkünün ulaştığı kadar mesafe alamamış bile olsa - böyle bir kudreti gösterebildiği için asrınızdakilerin kazanç derecelerine pekâlâ ulaşmıştır.

«İnsanlar gösterdikleri kudret, cesaret ve inançlarının derecesi nispetinde mükâfata nail olurlar. Hiçbir asır değişikliği bunda müessir olamaz. İki bin sene evvel dünyaya gelmiş, büyük fedakârlıklar yapmış bir insan, kavrayışı az olduğundan birtakım yanlış yollara sapmış ise mazurdur. O, gene tekâmülünü yapmıştır. Yalnız, bugünkü insan o elindeki yüksek imkânlara rağmen yanlış bir istikamet takip ediyorsa onun o eski insan derecesine kadar da yükselememiş bir varlık olması icap eder. Adalet de bu değil midir?»

Demek ki Allah duygusu, iştiyakı ile hareket eden bir insanın, muhitinde mevcut idrak ve ıttıla vasıtalarının imkânı nisbetinde tutabileceği yol ne olursa olsun makbuldür. Buna mukabil, bugün insanların büyük bir kısmı kâfi derecede bilgi imkânlarına ve geniş bir anlayış ve duyuş kabiliyetini sağlayan vasıta ve kudretlere malik bulunmaktadır. Ve asırlardan beri her devirde dünyamıza büyük bir cömertlikle verilmiş ve verilmekte olan irşatlarla istedikleri anda nurlanabilecek bir durumdadırlar. Buna rağmen bunların birçoğu dinamik ruh kudretlerini bu sahada faaliyete geçiremez ve uyuşuk bir halde kalır. Ve herhangi gizli veya aşikâr maddi bir cazibenin tesirine zebun olmaktan kendini kurtaramayarak vicdanının gösterdiği İlâhi yoldan ayrılır. Bir kısmı da her şeye rağmen, ne olur ne olmazcı zihniyetle hareket ederek ruhunun derinliğinden nurlarını aksettiren hakikatleri görmemeye çalışır. Ve ruh kudretlerini bu yolda harekete getirmek hususunda hiçbir hamle yapmak cehit ve gayretini göstermez. Babasından kendisine intikal eden ve üzerinden birkaç yüksek realite geçmiş bulunan çok eski zamanların kökleşmiş itikatlarına makine gibi uyar, bir şey düşünmez ve Allah yolunda yükselerek Ona daha ziyade yakınlık duymak çarelerini araştırmayı bir an bile aklına getirmek istemez. Değişmeden, kendi halinde ebediyen kalmayı kendisi için kâfi ve hattâ zaruri görür. Fakat ilahi kanunların ve muradın şümulünden harice çıkması asla bahis mevzuu olmayan ve bu kanunlar hükmünce âtıl, hareketsiz ve durgun bir halde kalması caiz bulunmayan ve bunun için de taşkınlık gösteren içindeki ruh kudretlerini, kendisine ve hemcinslerine tamamen faydasız ve belki de zararlı, küçük ve değersiz maddi işler yolunda bol bol sarf etmeye koyulur . İşte hâlâ iptidai insanların devrinden kalma ruh hayatına otomatik olarak tevarüs etmeye razı olan böyle insanların putperestliği hiçbir zaman makbul ve mazur değildir.

Haddizatında böyle insanların ruh hali, büyük dostumuz Kadrinin dediği gibi, iki bin sene evvelki insanlarınkinden başka türlüdür. Zira eskiler zamanlarındaki tetkik ve idrak vasıtalarının noksanlığı yüzünden hakikati ancak o zamanın imkânları nisbetinde görebiliyorlardı. Ve iyi niyetlerine, Allah'a kendilerini yakın hissetme iştiyaklarına dayanan bu hareketleri, onların vasıtasızlıktan mütevellit anlayış noksanlığını telafi ederek kendilerini muvaffakiyete ulaştırıyordu. Bugünkülerin ise kabul edilebilecek böyle bir mazeretleri yoktur.

Zamanımızdaki ilmî terakkiyatın insanlara bahşetmiş olduğu hayırh faydalardan istifade eden bir insan, ondan aldığı kuvvetle ruh kudretlerini işleterek hiçbir asırda insanların kolay kolay varamayacakları büyük muvaffakiyetlere pekâlâ ulaşabilir.

Bugün dünyamız çok eski zamanlardakine nisbetle birçok bakımdan ilerlemiş bulunmaktadır. Bilhassa bugünkü insanların elinde tabiat hâdiselerini evvelkilerden daha iyi anlayabilmelerine yarayacak daha mükemmel vasıtalar mevcuttur. Tabiat hâdiselerini daha ileri bir görüşle anlamak demek, tabiatta mevcut eşya ve hâdisatı illiyet prensibi çerçevesi içinde evvelkilere nisbeten daha şümullü bir ihata ile takdir ve müşahede edebilmiş olmak demektir. Meselâ, çok eski zamanlarda bir ağacın yeşermesi, bir güneşin doğması, bir nehrin akması veya bir timsahın hayatı, bir ateşin yakışı bugünkü nebatat, fizik ve hayvanat ilimlerinin öğrettiği realitelerden çok başka ve daha basit şe’niyetleri ifade ederdi. Felekiyat ilimlerinin bugünkü şümul ile insanlarca malûm olmadığı çok eski devirlerde insan , güneşi semasının en kudretli varlığı olarak tanımış ve onu kendisinin sebebi hayatı sanmıştı. Böyle basit bir insan için Allah mefhumunu, güneşten daha yükseklere ulaşamazdı. Bunun için onun, güneşe tapması tabii bir hareketti. Halbuki güneşin kâinatta bir zerre dahi sayılamayacak kadar küçük ve ehemmiyetsiz bir şey olduğunu izah eder bugünkü astronomik devirde, bir insanın hâlâ güneşe tapmakta devam etmesi ancak, onun affedilmez ve hiçbir şekilde mazur görülmez tembelliğinin ve ruh durgunluğunun bir ifadesi olur.

Bundan başka evvelce de söylediğimiz gibi, yüksek ilahi kaynaklardan, ilahi muradın ve kanunların tahakkukuna müteveccih olarak dünyaya her asırda, hadis, vahiy , ilham, tebliğ gibi muhtelif yollardan inen irşatlar, ancak insanların tabiat hâdiseleri hakkındaki bilgi ve anlayış kabiliyetleriyle mütenasiptir. Binaenaleyh meselâ, gökyüzünde en büyük kudretin ve kuvvetin güneş olduğunu sanacak kadar tabiat bilgisi noksan bir insanın ruhuna inecek ilhamların da o nisbette mahdut ve şümulsüz olması icap ederdi. Zira başka türlü, onun bu yollarda bir adım bile atabilmesine imkân hâsıl olmazdı. Bu ise umumi tekâmülün duraklaması olurdu. Halbuki ilahi murat ve kanunların emrettiği tekâmül ve hiç durmadan daima ileriye atılış - adım adım dahi olsa - tahakkuk etmek zorunda bulunan bir keyfiyettir. Binaenaleyh ilk insandan itibaren kâinat hakkındaki görgü, tecrübe ve bilgisi artan ve yükselen insan oğullarına, tekâmül derecelerine mütenasip olan anlayış kudretlerine göre ilahi yoldaki irşatlar, gittikçe şümullendirilerek, derinleştirilerek ve zamanın icabına uyularak verilmiştir. Bugünkü ilmî terakkilerin insan ruhlarına kazandırmış olduğu geniş idrak nispetinde yüksek irşatları ihtiva eden ve dünyanın her köşesine ilahi mıntıkalardan inen tebligat, Allah hakkında tek dinin her asırda öğretmiş olduğu büyük hakikatlerin bizim anlayışımıza göre daha şümullü mânalarını açıklamaktadır. İşte bu kitap, bu tebligatın izah ettiği büyük hakikatlerden birine ve en büyüğüne tercüman olarak neşredilmiş bulunmaktadır.